ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar
Okunma Sayısı: 2061
Yazar: Ali İlbey
KEMALİZM ÜZERİNE MÜLÂKÂT-2

KEMALİZM ÜZERİNE MÜLÂKÂT-2Önceki yazıdan devam ediyoruz:

KEMALİZM’N BATI TAKLİTÇİLİĞİ HAKKINDA GÖRÜŞLERİNİZ NEDİR?

Batı taklitçiliği Tanzimat’la başlar. İkinci Mahmud’un ordu ıslahatı Batı taklitçiliğinin bir cephesidir. İkinci Meşrutiyet’te bürokratik ve yine askerî sahada Batı taklitçiliği devam etmiştir. Ne var ki Cumhuriyet dönemi, yâni Kemalist iktidarların başlattığı Batı taklitçiliği doğrudan doğruya dinî değerleri, dinin yaşayış biçimine müdahaledir ve Batı tarzı şekillendirmedir.

Medenî kanun İsviçre’den, her türlü ceza hukuku İtalya’dan, sosyal ve kültürel normlarla eğitim öğretim mevzuatları Fransa ve Almanya’dan taklit edilmiştir. Taklitçiliğin boyutları hayli geniştir. “Batı neylerse güzel eyler...” Bütün Avrupa devletlerinden taklit yoluyla kanunlar ve normlar taklit edilmiştir. Birinci sorunun cevabında bu taklitçiliğin inkılâplar adıyla cebirle uygulamaya sokulduğunu anlatmıştım.

Kemalizm’in Batı taklitçiliği bir toplum mühendisliği şeklinde cereyan eder. Batılılaşma bu hareketin kaynağıdır. Kemalizm’in Batı taklitçiliği Avrupa’nın aydınlanma hareketini temel alır.18. asırda başlatılmış olan pozitivist ve materyalist bir aydınlanmadır bu.

Batı taklitçiliğinin zemininde Batı bilimi vardır. Materyalist bilimle lâ-dinî felsefeyi toplumun düşünce yapısının esasları hâline getirilmek istenmiştir. Kısaca, Batı taklitçiliklerinin bir bölümünde İslâm medeniyetiyle bağını koparan Batı taklitçiliğiyle tamamen pozitivist ve seküler anlayışa sahip bilim-teknoloji-felsefe-kültür ve sanat, cumhuriyetin resmî eğitim ve kültür politikası hâline getirildi.

Kemalizm’in Batı taklitçiliği, âmâ üstadım Cemil Meriç in ifadesiyle “Batı karşısındaki durumumuz, efendisinin ilaçlarını çalıp içen uşağın durumudur.”  

KUR’ÂN YERİNE NUTUK’U, KÂBE YERİNE ÇANKAYA’YI TEKLİF EDEN KEMALİST YAPININ BU TAVIRLARININ- NASIL DEĞERLENDİRİYORSUNUZ?

Cumhuriyet dönemi Kemalist şairlerden Kemalettin Kamu'nun “Ne mucize ne efsun / ne örümcek ne yosun / Çankaya yeter bize / Kâbe Arab'ın olsun...”  mısraları, Çankaya’nın Kemalizm’in sembolü ve merkezi niteliğinde kutsal bir mekâna dönüştürülme isteğinin bir örneğidir. Kemalizm, İslâm’a ve peygamberine (s.a.v.) karşı olduğu için hâşâ Efendimiz s.a.v.’ın yerine M. Kemal’i kurtarıcı bir önder olarak ikame etme çabalarıdır.

Bunun gibi, Kâbe’nin Müslümanların kıblesi ve tavaf ettiği kutsal mekân olması, Kemalizm’in varlığına ve meşruiyetine bir tehdit olarak görülüyordu. Bundandır ki Kemalistler Kâbe’yi itibarsızlaştırarak, yeni sözde “yeni Türk ulusu” ki bu ulus İslâmla bağını koparıp Kemalist cumhuriyet ideolojisine intisap etmeli ve Kâbe yerine Çankaya’ya yönünü çevirmeli, yâni Çankaya’nın ilkeleri ve öğretileri olan Kemalizm’e tapmalıdır.

Bunun yanında, reforma tâbi tutularak protestan-seküler bir muhtevaya dönüştürülmesi istenilen Kur’ân-ı Kerim’in yerine M. Kemal’in Nutuk kitabını kutsallaştırmaya çalıştılar. Kemalistler “Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren Nutuk’tur” propagandası yaparak, altı ok cumhuriyetinin programını ve Kemalizm’in yalanlarını anlatan bu kitabı devrin mekteplerinde zorla okutmaya çalıştılar.

Bunun da anlamı şu: Kemalizm’in temel öğretileri Nutuk kitabıdır. İslâm mâzisiyle bağını kesmiş olması gereken “yeni Türk ulusu” Kur’ân-ı Kerim yerine “Nutuk” u okumalı ona ta’zimde bulunmalı, ona inanmalı ve hayatını Nutuk kitabına uyarlamalıdır. Kemalistler bu denî ve alçakça fiili dayatmaya bir hayli gayret ettiler, fakat başarılı olamadılar. Bunlara göre, “Nutuk dünyaya inmiş son kitaptır.” Daha da ileri giderek, “M. Kemal’in Anıtkabir’inin Mekke’den daha kutsal olduğunu, böylelikle ulusa Türk olmanın ne demek olduğunu anlatmalıyız” kararını bile almışlardı.  
                                 
PKK’NIN ZUHUR SEBEBİNİ KEMALİST DİKTATORYANIN POLİTİKALARI MI BELİRLEMİŞTİR SİZCE?

M. Kemal’in, El-Cezire Komutanı Nihat Paşa’ya gönderdiği  27 Haziran 1920 târihli tâlimatnamenin 1. maddesinde Kürtlere “tedrici bir özerklik” verilmesinden bahsettiği aşikâr. 2. Maddesinde ise Kürtlerin de BMM idaresinde yaşamak kaydıyla mahallî idarenin El-Cezire Cephesi Kumandanlığına ait olduğunu söylüyor. 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile vilâyetlerde mahallî özerklik verileceği de vurgulanıyor. “Tedricen mahallî idare ihdasının” ilk meclis’te konuşulduğu belgelerle sabittir.

“Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları,1923” kitabına göre M. Kemal’in bu husustaki konuşması şöyle: “...Anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir demektir... Şimdi TBMM hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Yâni onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olamaz.”

Ayrıca, M Kemal 16 ve 17 Ocak 1923’de Kürtlere “bir tür mahallî özerklik verilecektir” şeklinde açıklama yaptığına dair bilgiler var. 1960’larda Atatürk’ün “Söylev ve Demeçleri” (Kemalizm’in dil devrimi gereğince Nutuk kitabının uydurukça kelimelerle değiştirilmiş adı) toplanır ve M. Kemal’in bu beyanı çıkartılır.

M. Kemal’in Kürtlere mahallî özerklik vaadinin İstiklâl Savaşı sırasında vatanın bütünlüğü uğruna ilm-i siyaset gereğince söylenmiş “konjonktürel bir söz” olduğu şeklinde yorumlayan tarihçiler de var. 1925’teki Şeyh Sait isyanından sonra ortaya çıkan şartlardan sonra Kemalizm’in Kürtleri dışlayıcı ve Türkleştirme politikası başlamıştır ki, Kürt fitilini ateşleyen hâdise bundan sonra başlıyor.
                                                                                                                                               Tek Parti döneminde Kemalist iktidarın Kürt köylerine Türkleri yerleştirmek politikası, anayasadan “Devletin dini din-i İslâmdır” maddesini çıkartmak gibi apayrı bir mevzu olan hususlar Kürt meselesini kökleştirmiştir ki Kemalist cumhuriyetin politikaları sürdükçe bu ayrılığı ateşlemiş ve çözülmez bir yara hâline getirmiştir.

Kürtçenin yasaklanması ve bazı beldelerde Kürt çocukların ailelerinden alınarak Türkçe eğitim verilmesi, Türklük propagandası yapılması ve Kürtlerin Türkleştirme politikası gibi faşist ve baskıcı uygulamalar elli yıl sonra dış desteklerde artarak PKK olarak zuhur etmiştir.

Var olan Kürt problemine paralel olarak 70’li yılların ortasında doğan PKK örgütü kuruluşunda Kemalist ulusalcı derin güçlerin, yâni Ergenekoncuların da olduğu da söyleniyor. Bu şenî örgüt kurulduktan sonra Suriye’de Esad tarafından beslenmiş ve desteklenmiştir.

27 Mayıs 1960 askerî darbesinin Kemalist Millî Birlik Komitesi, bazı Kürt aşiret reisleri ve ailelerini İstanbul, Konya, Kayseri ve Ege illerinde mecburi iskâna tâbi tutmuşlardır. Buna benzer haksız ve hukuksuz muameleler, var olan ayrılıkçı Kürtçü militan potansiyelin silahlı PKK’ya dönüşmesine yol açmış ve zuhuruna sebebiyet vermiştir.

PKK'nin zuhur sebeplerinden biri de Kemalist ulusalcı güçlerin Diyarbakır Cezaevi’nde Kürt tutuklulara yaptıkları işkence olduğu söylenmektedir. Darbeci Kenan Evren ve bazı Kemalist generaller de bunu teyit etmişlerdir.

1923 YILINDA KURULAN KEMALİST YAPI, 1943’DE NECİP FAZIL’IN BÜYÜK DOĞU HAMLESİYLE ORTAYA KOYDUĞU YENİ SİSTEM, YENİ ANLAYIŞ, YENİ KAVRAYIŞ METODLARI GÖZ ÖNÜNDE TUTULARAK KEMALİST CUMHURİYET’TEN YEPYENİ VE MUAZZAM BİR DEVLET VE DÜZEN ÇIKMASINA İNANIYOR MUSUNUZ?

1923- 1950 arası Kemalist Tek Parti dönemi “Allah” demenin yasak olduğu ve kimsenin cesaret edemediği zulüm ve baskı yıllarıdır. Necip Fâzıl böyle bir şedit dönemde fikriyle ve aksiyonuyla meydana çıkmış, İslâm’dan bahsetmiş, bu yolda dergi ve gazeteler çıkarmış, hapisler yatmış bir dâva adamıdır. Büyük Doğu onun dâva ve fikriyatının adıdır. Büyük Doğu düşüncesi hareketiyle Kemalist dikta yıllarında tek başına mücadele vermiş, despot sistemin dayattığı Batıcı lâ-dinî değerlere karşı İslâmî değerleri savunmuştur.

Bu fikir ve hamleleriyle Kemalist ideolojinin surlarında gedik açmış ve bu istikamette üç neslin İslâmî dünya görüşüyle siyasete, edebiyata, sanata ve fikir hayatına atılmasına vesile olmuştur.

Elbette, Necip Fâzıl’ın ortaya koyduğu Büyük Doğu fikriyatından ve bundan sâdır olan anlayış ve metottan yeni bir Türkiye İslâm devleti doğabilir. Detaylı bir mevzudur. Büyük Doğu’nun öngördüğü her madde doğru olsa bile pratikte tutup tutmayacağı tatbikatla belli olur. Fakat ana fikir olarak Büyük Doğu düşüncesinden, meselenin ehli olanların yeni izah ve yorumlarıyla bir devlet düzeni oluşturmak mümkündür. Büyük Doğu’nun önemini üstadın kendi yazdıklarıyla anlatalım:

“Doğunun doğuşu. Rüzgârdan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ruhanî ve ince bir sefer ediş hâli. Büyük Doğu, İslâmiyet’in emir subaylığı… Büyük Doğu, İslâm içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı… Sadece Sünnet ve Cemaat Ehli tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyet’e yol açma geçidi; ve O’nu eşya ve hadiselere tatbik etme işi… Bu durumda Büyük Doğu bir keşf-i kadimdir. Allah Resûlü’nden (s.a.v.) günümüze kadar intikal eden İslâmî anlayışın keşif ve tatbikinden ibarettir. Büyük Doğu, İslâm’ın zuhuruyla başlar. Mazrufunu sahabenin mücadele tarzı doldurmaktadır.

Târih içerisinde görülen Büyük Doğu’nun sahabe devrinden tek farkı zarf değişikliğidir. Fakat zarf, mazrufa (sahabe devrine) nispetle kendini kıymetlendirirken köle, bir emir subayı olduğuna vurgu yapar. Yani Allah Resûlü (s.a.v.) ve sahabeden intikal eden manaya bağlı kalmak Büyük Doğu’nun esasını teşkil eder. Büyük Doğu’nun mazrufunda pazarlıksız iman, tefekkür, amel ve dâva şuuru vardır. Orada iman her şeyden öndedir.”

Bu fikir ve tekliflerle, “kartondan kuleler” gibi içi kof olan Kemalist Cumhuriyete karşı Türkiye’de bir İslâm devleti inşa edilebilir. Şüphesiz ki bu düşüncenin mazrufuna diğer değerli tecrübelerin de dahil edilmesi gerek.

CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN VE BAŞBAKAN DAVUTOĞLU’NUN SÜREKLİ VURGULADIĞI “İNŞA” VE “DİRİLİŞ” SÖYLEMLERİ TATBİKATA GEÇİRİLEBİLİR Mİ?

Önce “İnşa” nın ne mânaya geldiğini anlatalım. İslâm devlet ve medeniyetini yeniden inşa etmek için gerekli olan fikir manzumesine üstadın ifadesiyle “kurucu fikir” denir. “Kurucu fikri” kaynaklarından, yâni Kur’ân ve Sünnet’ten alarak yeni zemin oluşturmak lâzım. Bu zeminin detaylarını hazırlamak üstadların, mütefekkirlerin ve insan-ı kâmillerin işidir.

Her şeyden önce bu zemin üstünde İslâm medeniyet tasavvurumuz yeniden tâyin ve târif edilmelidir ki bu istikamette bir dünya görüşünün netleşmesi ve sistemli hâle getirilmesi şarttır. Şimdilik Türkiye sathında bu şekilde “inşa” hareketine zemin olabilecek sivil toplumlar dışında devlet eliyle yapılan sistematik bir ciddî çalışma yoktur.

Şüphesiz ki “inşa” anlayışına zemin olabilecek pratik ve nazari faaliyetler ehl-i sünnet çizgisindeki tarikatlar, cemaatler, fikir gurupları ve bu istikametteki şahsiyetler tarafından gerçekleştirilmektedir.

Necip Fâzıl’ın kelimeleriyle söylersek, inşa hareketinin sahibi fikir ve aksiyon insanıdır. Hareket eden, plânlayan, dünyaya yeniden nizam verme gayreti içinde olan, İslâmî ruh ve mânâmızı yeniden ikame etme hareketini temsil eden, din ü millet değerlerimizi bir kere daha yorumlayarak hareketten düşünceye, düşünceden harekete eylem ve tefekkür içinde olan bir dâva adamıdır.
Şimdi de “diriliş” kavramının ne mânaya geldiğini anlatalım.

Sezai Karakoç, “Diriliş Neslinin Amentüsü” adlı kitabında “Diriliş” mefhumunu detaylıca anlatır. Anladıklarımı kendi üslûbumca şöyle hülâsa etmek istiyorum. Dirilmek; canlanmak, ayağa kalkmak, kendine gelmek; bütün mahlukâta mahsus olmasına rağmen esas itibariyle topyekûn bir milletin titreyip, bana ne oldu da âmir iken memur; hâkim iken mahkûm; âdil iken adâlete mecbur kaldım; yeniden aslıma rücû etmeliyim, diyerek fikrî ve fiilî olarak yekinmesidir.

Devlet ve medeniyete bakışının yeniden şekillenmesinde hangi saiklerin gerekli olduğunu bilmektir. Nereden geldim, nereye gidiyorum sualinin gerçek mânâda sorulmasıdır. Hangi tarafta olduğunun idraki içinde bîtaraf olunamayacağının şuuruna varılmasıdır. İslâmî düşünmenin ve Müslüman olmanın gelişmeye ve tekâmüle mâni olmadığının şuuruyla hareket etmektir.

İstikbâle ait İslâm devlet ve medeniyetinin esaslarının derin bir târihî tecrübeden geçtiğine vâkıf olmaktır. Mukaddeslerimize sahip çıkmaktır. Kur’ân ve Sünnet’in emrettiğine mutabık hareket etmektir. İslâm’ın bütün insanlığa tebliğ edici metoduyla çalışmaktır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Başbakan Davutoğlu’nun vurguladıkları bu iki kavramı tatbikata geçirebilirler mi sualine bu noktadan bakmak gerek. İlk sualdeki açıklamalarımızda belirttim. Türkiye, Kemalist devlet eliyle çok yönlü bir Batılılaşma yaşadı.

Batılılaşmanın dalgalarıyla dört neslin zihniyet ve idraki yara aldı. Dolayısıyla hayat tasavvurları ve dünya görüşlerinde belli nisbette sekülerleşme izleri var. Bu idrak kirlenmesini bir çırpıda atmak kolay değil. Tedricen sağlıklı bir değişmenin başlaması gerek.

Şüphesiz ki bu zihniyet ikilemi ümitsizlik mânasına gelmez. Türkiye’deki İslâmî yapı sağlamdır, kökleri asırlara dayanır. Dinî gelenek ve müesseselerini sivil sahada yaşatmaktadır. Vâkıflar, medreseler, tarikatlar, fikir grupları, Kur’ân Kursları gibi müesseselerimiz dinî geleneğimizin zeminini oluşturmaktadır. Batılılaşmanın ve modernleşmenin teslim aldığı geniş ve tesirli bir dünyada cumhurun seçtiği cumhurbaşkanı ve başbakanın “ inşa” ve “diriliş” ten bahsetmeleri sevindiricidir.

Cumhurun seçtiği Cumhurbaşkanı İslâmî değerleri gaye edinmiş hareket ve siyasî faaliyetlerin içinden gelmiştir. Keza Başbakan da daha talebe iken İslâmî zihniyetle donanmış, bu yolda ilmî eğitim yapmış biridir. İkisi de dindardır. Zihniyetleri ve fikriyatları noktasından bakıldığında “İnşa” fikrinin sahibi üstadların ve “diriliş” fikrinin sahibi Sezai Karakoç’un kitap ve düşünceleriyle yetişmiş insanlardır. Asıl niyet ve karakterleri budur.

Fakat Türkiye gibi hâlen Batı’nın ekseninden tam olarak kurtulamamış, çatışmalı bir sosyal ve siyasî yapıya sahip olan Türkiye’de “inşa ve diriliş” fikrini tatbikata geçirmek bir çırpıda kolay olamasa gerek. Elbette ortaya atılan bir fikrin ve hareketin neticesinin ne zaman hâsıl olacağını Allah Teâlâ bilir. İnsan nazarıyla baktığımızda ümitvarız. Her şeyden önce bu iki insan Tanzimat’la başlayan, Cumhuriyetle sertleşerek resmî hâle gelen Batılılaşma taraftarı değildirler. Aksine yüz elli yıllık devlet geleneği olan Batılılaşmaktan kurtulmaya çalışan ve böyle bir düşünceyi gaye olarak taşıyan insanlardır.

SALİH MİRZABEYOĞLU’DAN NECİP FAZIL’A, NECİP FAZIL’DAN SAİD NURSİ’YE, İSKİLİPLİ ATIF HOCA’DAN DAHA NİCE FİKİR VE İLİM ADAMLARI, KEMALİST ZORBALIKTAN NASİBİNİ ALMIŞTIR. KEMALİZM’İN BU MİLİTARİST VE GAYR-İNSANİ TAVIRLARI HAKKINDA NE SÖYLEMEK İSTERSİNİZ?

Türkiye semalarında Allahü Ekber seslerine ambargo uygulandığı, müezzinlere zorla “Tanrı uludur” diye ezan okutulduğu Kemalist zorba Tek Parti döneminde fikir ve aksiyonuyla meydanlara çıkmış Necip Fâzıl gibi bir fikir ve dâva adamının hakikatleri haykıran sesi tabiatıyla kesilecekti. Fikir hayatımıza yazı ve hitabet kudretiyle yön veren bir mütefekkiri, devrin Atatürkçü düzeninin rahat bırakması düşünülemezdi. Dolayısıyla onun sarsıcı fikirlerini engellemek için defalarca hapishânelere yollandı, yayınları kapatıldı.

Çünkü Kemalist düzen karşısında Necip Fazıl, fikir ve edebiyat yazıları, şiirleri ve konferanslarıyla tek başına çok kimsenin yapamadığını yapıyordu. “Büyük Doğu” dergisi tek başına lâ-dinî Kemalist rejimin varlığına bir tehditti ve milleti uyandırıştı.

İslâm dünyasının yeniden şahlanışı için kendini bu dâvaya adayan, Müslümanların kurtuluşu için hâl çâreleri arayan Büyük Doğu mimarı ve sultanü’ş-şuara Necip Fâzıl, Edirne’den Maraş’a, Bursa’dan Erzurum’a kadar sözünü söylemediği yer bırakmadı. “Kim var diye seslenilince sağına ve soluna bakınmadan fert fert ben varım” cevabını verici bir gençliği yetiştirmek için yollara düştü. Kahvehanelerde, konferans salonlarında ve meydanlarda Kemalist düzenden çekinmeden İslâm dâvasını anlattı.

Millet düşmanı olan düzenin zulümlerini anlatan böyle bir dâva adamının Kemalist militarizmden eza görmesi onun için bir şereftir.

Bedîüzzaman Hazretleri, Kemalist devletten en çok zulüm gören büyük şahsiyet, büyük İslâm âlimidir. Materyalist düşüncenin fikir hayatımızı hercümerc ettiği, Kemalist Cumhuriyet düzenin, kanlı inkılâplarıyla ortalığı kasıp kavurduğu en karanlık, en sıkıntılı dönemlerde risâleleriyle Müslümanları yeniden şuurlandırdı, cesaret verdi. Bu yolda insanüstü bir mücadele verdi.

Necip Fâzıl gibi, Kemalist düzenin surlarında gedik açılmasında en çok katkısı olan bir dâva adamı, bir İslâm âlimi olan Bedîüzzaman Hazretleri’nin hizmetlerini yeni nesillere anlatmak fikrî bir borçtur.

İskilipli Âtıf Hoca, “târihin büyük mazlumları”ndandır. “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı kitabından dolayı kanlı ve şerir Kemalist devletin cellatları, yâni İstiklâl Mahkemeleri’nce idam edilen müderris ve âlim bir muhterem insandır. “Pişman olduğunu söyle” dediler.

Fakat o fâzıl insan Kemalist düzenin cellatlarına eyvallah etmedi, savunma da yapmadı. Koğuş arkadaşı Tahirül Mevlevî’nin anlattığına göre, “rüyasında Efendimiz s.a.v.’ı görür ve kendisine “Âtıf niye bize kavuşmayı geciktiriyorsun?” buyuruyor. Bunun üzerine savunmayı yırtıp atar. İdam kefeniyle cennete uçar.

Bazı uygulamalara bakarsak, Kemalist düzen yıkılmaya başladı. Fakat anayasada, bazı kurum ve kuruluşlarda hâlâ yer alan Kemalist ilkeler sırf İskilipli Âtıf Hoca’nın idamının ah’ından dolayı iflah olmayıp silinip gidecek, göreceğiz inşallah.

Salih Mirzabeyoğlu da Kemalist militarizmin hempası olan 28 Şubat darbecileri eliyle 16 yıl zindanlarda yatmış bir fikir adamıdır. Haksız ve hukuksuz yere uzun yıllar hapislerde tutulan İslâmî devlet gayesi olan biridir. Necip Fâzıl’ın Büyük Doğu fikriyatının takipçisi ve kendine has yorumlayıcısıdır.

28 Şubat 1997'den itibaren kötü şartlar altında hapislerde çürütülmek istenmiştir. Bir hayli solcu Pkk’lı ve Marksist mahkûmlara tahliye kararı verilirken bu şahsiyet görmezden gelindi.

Kemalist ulusalcı derin güçlerin isteği doğrultusunda, önce gözaltına alınıp müebbet hapis cezası verilen ve yıllarca “Telegram” (zihin yönlendirme) işkencesine mâruz tutulan Mirzabeyoğlu'nun yaşadığı hukuksuzluğun ve zulmün müsebbibleri Kemalist ulusalcı darbecilerdir. Onun fikirlerinden ve dâva adamlığından rahatsız oldukları içindir ki, uzun yıllar bırakılmadı. Hakkının ve mağduriyetinin iade edilmesi gereken bir insandır.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Ali İlbey
21-10-14
E mail: habervaktim.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
KEMALİZM ÜZERİNE MÜLÂKÂT-2
Online Kişi: 20
Bu Gün: 397 || Bu Ay: 9.653 || Toplam Ziyaretçi: 2.221.682 || Toplam Tıklanma: 52.169.308