ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / KÜLTÜR ve MEDENİYET
Okunma Sayısı: 2562
Yazar: Ayhan Tuğcugil (Prof. Dr. İskender Öksüz)
ŞAMANDIRA

ŞAMANDIRA

Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmeyen bir ummanda.
                                                       Yahya KEMAL

BİRİNCİ SORU

«Kültürümüz büyüktü. Kültürümüz derindi. Avrupa, Rönesans’ın ışığıy­la eski Yunan'ı görmeğe çalışırken bizim kültürümüzün güneşi yanında es­ki Yunan gölgede kalmıştı. Kültürümüz şaheserdi. Şahaneydi. Şaşaalıydı... Sonra onu bize unutturdular. Öğretmediler. Tahrip ettiler. Sonunda, her sa­hadaki gibi kültürde de Avrupa'nın ağzına bakar, Batı'ya el açar olduk. Mevlâna'nın, 'tozlu, örümcek kafalı tekkecilik' ithamlarından kurtarılabilmesi — doğrusu, onu bulanık gösteren tozların kafamızın hiç olmazsa bir pencere­sinden silinebilmesi — için Avrupa'nın, «Mevlâna büyüktür!» hükmü gerek­ti. Yunus sırada bekliyor. Batılı vakit bulursa Itri'yi, Sinan'ı, Bâkî'yi, Şeyh Gâlib'i de göreceğiz; tabi yine Batı'nın gösterdiği kadar, yine Avrupa'nın gözüyle.»

Bunlar, kültürümüzü müdafaa için söylenenlerin mealen özetidir. Müdafiler herhalde haklıdır. Dedikleri herhalde doğrudur.

Fakat... .

Fakat: Bu derece güçlü, bu derece kuvvetli bir kültürü neden biz göre­miyoruz? O kendi gücü ve kendi derinliğiyle kendini isbata muktedir değil midir? Unutturdularsa neden hemen hatırlayamıyoruz? Tahrîp ettilerse kitaplar yakılmadı ya. Yazı değiştiyse yeni harfle tekrar basılanları yok mu? Sinan hâlâ İstanbul'da, Edirne'de yaşamıyor mu? Yunus, Bakî, Itrî: sayfada, plâkta durmuyor mu? Eksik de olsa elimizde değil mi? Okuyoruz: Lügatle de anlasak güzel olduğunu hissediyoruz. Dinliyoruz: Kulağımıza hoş geli­yor. Fakat niçin o bahsedilen derinliği bulamıyoruz? Neden bizi gönlümüz­den, ruhumuzdan tutup sarsamıyorlar Onlar ki derindi, şaheserdi, şaha­neydi, şaşaalıydı... Hem, tahribattan sonra sanat diye, eser diye piyasaya sürülenleri o büyük güç neden bir çırpıda siliverip meydana kendisi hâkim olmuyor?

Eski kültürümüzün yüceliğini bize anlatan bazan bir fıkra, bazan bir kitap, bazan saatler süren bir konferanstır. Fakat hepsi aynı sonla bitiyor: Yazan, konuşan, anlatan, adetâ bir takdimcidir. Sahneye çıkar, kapalı per­denin önünde durur. Ve, der ki, «İşte şimdi göreceksiniz. Biraz sonra başlı­yor. Eski kültürümüzü bütün debdebesiyle bu perdenin arkasına topladık. İşte şimdi...». Sonra haşmet vaad eden bir bestenin ilk notaları duyulur, atlas perde kıpırdanır... elektrikler söner.

Elektrikler dâima söner. Ve fıkrayı, kitabı bitirdiğimizde; sohbeti, kon­feransı dinlediğimizde, içimizde sâdece tatmin edilmemiş bir ihtiras kalır, o da az sonra bir burukluğa, sıkıcı bir tortuya dönüşür.

Niçin o hârika bize illâ bir şâhid aracılığıyla aktarılmalıdır? Kendi göz­lerimiz, kendi kulaklarımız, kendi gönlümüzle onu niçin hissedemeyiz? Ne­den elektrikleri her seferinde söndürürler?

Yoksa aldatılıyor muyuz? Yoksa o büyüklük bir yalan mı? Sakın, «Si­zin klâsikleriniz nelerdir?» sorusuna, «Bizim klâsiklerimiz yoktur!» cevabını veren adam haklı olmasın...

İKİNCİ SORU

Bugünkü insanın ne zamandan beri yeryüzünde mevcut olduğuna dair tahminler birbirini tutmuyor. Çoğu 150 ilâ 200 bin yıl arasında değişiyor. Fakat hepsi, en az 50 bin yıldan beri dünyada olduğumuzda birleşiyor. Bir insanın ortalama ömrünü 62 yıl kabul edersek bu süre yaklaşık 800 ömür eder. Arkeoloji, bu 800 ömürden 650'sinin dünyanın her yerinde mağara­larda geçirildiğini gösteriyor. Ne tarım var, ne de ev. Nesilden nesile doğ­ru dürüst bilgi aktarılması ancak son 70 ömürde mümkün olmuş. Çünkü yazıyı o zaman icad edebilmişiz. Bilgi aktarmanın ve biriktirmenin hâlâ en çok kullanılan yolu olan basım ise son 6 ömre has bir teknik. Sonra ânî bir patlama var: 1500 yılından önce bütün Avrupa'da bir yılda yayımlanan kitap sayısı en iyi tahminle 1000 civarındadır. 1950'lerde bu rakam 120.000'e ulaşmış. Zamanımızdaysa dünyada bir günde 1000'in üstünde kitap basılıyor.[i]

50 bin yıldır insan zekâsının, insan kaabiliyetinin özünde hiçbir geliş­me tesbit edilemiyor. Yeryüzünde en az 800 ömür süren atalarımızın bedence, kafaca, ruhça, düşünce ve duyguca bizden hiçbir farkı yok. Hal böy­le iken, mağaradan çıkmak için acaba neden 650 ömrün yani 50 bin yıldan 40 bin küsurunun geçmesini beklemişler? Değer verdiğimiz eserleri niçin yalnız son 4 bin yılda, yani bu zamanın son % 8'inde yapmağa başlamış­lar? Ve edebiyattan mimarîye felsefeden hukuka kadar kıymetli olan her şeyin % 90'ı niçin son 2 bin yılın eseri? Yani son 30 ömrün?... Neden bütün medeniyet ve kültürü yaratmak için zamanın % 90'ından fazlasını geçirmişler de sonra birden açılıvermişler?

Zekâ aynı zekâ, kafa aynı kafa, ruh, duygu, düşünce hep aynıysa değişen nedir? İnsanlığın ömrüne nisbetle «daha dün» mağaradan çıkan ceddimizle bizi bu derece ayıran nedir? Son birkaç bin yılın insanını üstün kı­lan sır nerededir?

İKİNCİ SORUYA CEVAP

Atalarımız'a ilgili sorunun cevabı tek kelimede özetlenebilir: Hafıza. Yalnız buradaki hafıza, tek insanın değil, bütün insanların hafızasıdır. Maşerî hafızadır. Ok ve yay belki bin defa keşfedilmiştir. Fakta yüzlerce iptidaî yayın ilk kullanıcıları belki yeni icatlarını denerken bazan bir mağa­ra kaplanına yem olmuş, bazan bir filin ayakları altında ezilmiş, ve geriye sâdece o bölgede birkaç yıl anlatılan bir masal kalmıştır. Hattâ lisanın başlangıcını bilmediğimiz için «masal»dan bile şüphe edebiliriz. Belki de bir dansla hikâye etmişlerdir... Nihayet, Afrika'daki yaydan Asya'nın, Asya'daki tekerlekten Avrupa veya Amerika'nın nasıl haberi olacaktı? Bilgi veya duygu nasıl muhafaza edilecek ve sonra nasıl iletilecekti?

Robert Burton'un[ii] çeşitli kalıplarda tekrarlanan bir sözü vardır: «Bir devin omuzlarına tırmanan cüce, devden uzakları görebilir.» Medeniyet, bir devin değil — bazıları diğerlerine kıyasla dev gibi de görünse — as­lında bir cüceler yığınının meydana getirdiği bir dağdır ki ona tırmanan her akıl daima bir öncekinden daha uzağı görebilir. Medeniyet birikimdir. Bilginin, düşünce şekillerinin kalıplarının birikimi. İşte mağaralardaki ced­dimizin tek eksik tarafı bu birikimi elde edemeyişidir.

Pisagor teoremi bile düzinelerce defa keşfedilmiş olabilir. Ama geniş toplulukların anlayacağı bir lisanla ifade edilmedikten ve gelecek nesil­lere yazı ile bırakılmadıktan sonra neye yarar? Kumda çizgilerden ibaret kalmağa mahkûm, değil midir? Mağara teşbihini belki düzinelerle Eflâtun düşündü. Ama ancak birinin elinde lisan, kağıt ve kalem vardı. Belki yüz­lerce Şeyh Gâlib yaşadı ama Hüsn-ü Aşk'ı aratacak teşbihler, sembol­ler, mazmunlar ancak son üç ömürde birikebilmiştir.

Peki, birikimin sırrı nedir? Gerek yaşayanlar, gerekse yaşayacaklar arasındaki medeniyet ve kültür köprüsü nasıl, neyle kurulur?

Birikim, bir şifreleme ve şifre çözme vetiresiyle ve — en mühimi — sembollerin yaratılmasıyla gerçekleşir. Gömenin, keşfedilenin düşünüle­nin ilk sembolü kelimelerdir. Bir insanın kafasında doğan kavram, kelime dediğimiz seslerle şifrelenir, karşısındakine iletilir ve onun kafasında bu sesin şifresi çözülerek kavram, ona aktarılmış olur. En basit safha budur. Ancak bu safhanın bile iptidaîsi ve gelişmişi vardır. Birkaç yüz kelimey­le konuşabilen insanlar günümüzde de mevcut. Buna karşılık 400—500 bin kelimeyi, yani o sayıda sembolleştirilmiş kavramı taşıyabilen insan­lar da asrımızda yaşıyor. Lisan, birikim için gereken ilk şart ama yetmi­yor. Çünkü menzili, insan sesinin gidebildiği kadar. Kalıcılığı da tek tek insanların hafıza gücüyle sınırlı. Milletlerin sözlü edebiyatının asla yazı­lısı kadar hızlı bir gelişme gösterememesinin sebebi işte bu sınırlardır. O zaman, «Akılda kalmaz, satırda kalır»a geliriz ve yazıyı keşfetmemiz gerekir. Şimdi şifreleme ve çözme iki safhalıdır. Lisan için şöyle bir şe­ma çizebiliriz:

Yazıda durum şu şekle döner:

İş zorlaşmış, şifreleme—çözme kademeleri ikiye çıkmış, fakat gerek mekân, gerek zaman menzili çok artmıştır. Artık tarih çağlarına girebiliriz. Fakat insan kafasının kavram biriktirme ve iletme yollarının gelişmesi bu­rada da durmaz. Yeni safhalara geçilir. Ancak bu yeni safhalar için de ilk ikisi, yani lisan ve yazı gereklidir. Şimdi kelime guruplarına yeni mânâlar yüklenecektir. Yeniden şifrelemeler, yeniden sembol üretimi başlayacak­tır. Ortaya, sembollerden inşa edilmiş semboller çıkacaktır. Bir taraftan geometri ve cebir sembolleri, düşünceye, nakil ve birikime yeni bir hız kazandıracak; diğer taraftan meşhur hâle geren teşbihler sayesinde bir ke­limeye bir kavramlar silsilesi yerleştirilebilecektir. E = m c2'de atomun gücü şifrelenmiştir. Artık Batı mimarîsinde iki sütun üzerine yerleştiril­miş her basık üçgen, Atina'daki Partenon'dur. İstanbul'da kubbelerin tekrarıyla yücelen câmîler, âlemlerin vahdetten yaratılışını şifreler. «Lâl», şimdi yalnız bir kıymetli taş değil, bütün hususiyetleriyle yârin dudağıdır. O da hemen tasavvufî aşka şifrelenir. «Gibi»ye, «sanki»ye lüzum kalma­mıştır. İnsan yaratıcılığının bu zirvelerini biraz önceki şifreleme-sembol-çözme şemalarıyla ifadeye kalksak artık sayfalar dolar. Kademeler, kat­lar artık birkaç işarette, birkaç satırda saklanmakta ve nakledilmektedir. Nesillerden nesillere, her asırda değeri bir daha, bir daha katlanan bir mi­ras devredilmektedir.

Nihayet, ve belki hepsinden de mühimi, şifreleme vetiresinin iki yön­lü işleyişidir. Kavramlar bir taraftan lisan vasıtasıyla kelime sembollerine kavuşurken insan da kelimelerle düşünmeğe başlamış, bu ise yeni bir kolaylık, düşünceye yeni bir hız getirmiştir. Kelimeler kavramlardan doğar ama kavramları da doğurur. Sembolleştirme «lâl»i, yaratmıştır ama artık şair de «lâl» ile düşünmektedir. İlim adamı, E, m, c, ile... Kavramlar sembolleşirken semboller de kavramlaşmış, mânâ kazanmıştır.

İşte cedlerimizi hayvandan, bizi de cedlerimizden ayıran've daha dün mağaradan çıkanları müthiş bir helezon içinde yücelten sır, anahtar, insan­oğlunun bu sembolleştirme kaabiliyetidir. Eşref-i mahlûkat, alet değil, ru­muz kullanan mahlûktur[iii] Sembolleri olmasaydı o hâlâ mağaradaydı.

Medeniyet ve kültür, maşerî hafızadır. Maşerî hafızaysa sembollerle mümkün olabilmiştir.

BİRİNCİ SORUYA CEVAP

Elektrikler niçin dâima söner?

Medeniyetler ve kültürler sembollerle aydınlanırken, sembollere kör gözler onları nasıl görsün?

Kültürümüzü bir an için satranç oyununa benzetelim. Biz, satranç bilmiyoruz; oyunun sembollerinden, kaidelerinden bihaberiz. Fakat takdimci yakamıza yapışmış anlatmaktadır: «İşte dünyanın en güzel, en heyecanlı, en zevkli oyunlarından biri... Bak. Bak ne şâhâne.». Ve o çok zorlarsa, biz de kendimizi zon'ayıp bakıyoruz: İki adam, şekilli taşlarla dolu bir. tahtaya dakikalarca eğilip duruyor. Çok ender, birinden biri kıpırdanıp bir taşın yerini değiştiriyor... Nedir güzel olan? Kendimizi biraz daha zorlarsak, me­selâ tahtanın iki renkli karelerine bir estetik vehmedebiliriz. Şaheser aca­ba atın kulaklarında mı? Kalelerin oyması mı güzel olan? Ve elektrikler dâi­ma söner.

Bize kültürümüzün sembolleri unutturulmuştur. Onun için ışıklar hiç yanmaz. Tâ ki sembollerimizi yeniden kazanalım. Bâkî'nin cihan padişahı Kanunî için yazdığı büyük mersiyeden bir beyte bakalım:

Deryalar etse âlemi çeşm-î güher feşân
Gelmez vücûde sencileyin dürr-i şâhvar

Şimdi, eğer en basit sembollerden birini, aruz veznini bilmiyorsak, bırakın mânâyı, ahengi bile duyamayız. «Şah(ı) var» imalesi yoksa, vurgular, uzat­malar yerli yerinde değilse beytin modern söz yazarlarının «yapıt»larından pek farkı kalmaz. Diyelim bu safhayı başarıyla atlayıp doğru dürüst oku­duk ve âhenge vardık. Kelimeleri bilmiyorsak — ki hâinler, bilmemizin lüzumsuzluğunu, bilmememiz gerektiğini yıllarca telkin etti ve büyük çapta kabul de ettirdi — sembolleri yine çözemeyiz. Haydi onu da atlayalım:

Mücevherler saçan gözler âlemi deryalar etse
Senin gibi şaheser inci oluşmaz.

Şimdi artık, tahtadan ve taşlardan, atın kulaklarına, kalenin oymalarına geçmiş bulunuyoruz. Hele, inci saçan gözlerin ağladığını, bu ağlama­nın dünyayı denizlere, çevirdiğini çözebilirsek — yani, yine bazı sembolleri deşifre edersek — belki ilk ışıklar belirecektir. Fakat, kültürümüzün inci­nin vücuda gelişini nasıl anlattığını bilmeden aydınlığa kavuşmamız mümkün değildir; Nisan bulutları ilk damlalarını yeryüzüne bırakırken, istirid­yeler suyun yüzüne çıkar ve birer damla alıp saklarlar. İşte inci, bahar yağmurunun bu ilk damlalarından vücuda gelir. Işıklar yandı mı? Yoksa, «Seviyorum, di ba bi ba»yı mı tercih ederdiniz. Efendim?

Hafızamız yok edilmiştir.

Bu unutturma, görüntülere, seslere ait bir unutturma değil, ileri sembollere, şifre içinde şifre taşıyan- ve kültürün, medeniyetin gelişmesinin ö(çüsü olan karmaşık sembollere ait bir unut­turmadır. Hatırlanması da bir sesin, bir görüntünün hatırlanması kadar kolay değildir.

İngiliz edebiyatının çağdaş klâsiklerinden William Faulkner eserle­rinden birine «Ses ve Öfke» adını koymuştur. «Ses ve Öfke», İngiliz edebiyatınının bir başka William'ının, William Shakespeare'in Macbeth oyununun beşinci perdesinin beşinci sahnesinde geçen bir ibaredir. Peki ne olacak? Olan şudur: Milyonlarca Amerikalı ve İngiliz kültürü sahibi, Faulkner'in kitabı çıktığında onu kitapçı rafında gördükleri zaman, «Ha, evet, Macbeth!..» diye düşünerek sembolü çözmektedir. Ben size, «Deryalar Oldu Âlem» isimli bir kitap yazsam, onu gördüğünüzde, «Ha, evet. Kanunî!...» der misiniz?

Bugün

Vaz geçtim Kanunîden de, Bakîden de... «Yağmur yağıyor, seller akıyor.» desem, camdan kimin baktığını söyleyebilir misiniz?

Bir bebek, bir çocuk büyürken o 800 ömrü adetâ küçük mikyasta tekrarlar. Sırayla; seslerdeki mânâları çözer; cümleleri anlar; resimleri deşifre eder; harflere ses verir. Aldıkları birikir, hafızada üst üste yığılır ve nihayet karşımıza rüştünü isbat etmiş bir genç çıkar.

Her beş senede bir «devrim» yapıp çocuğun hafızasını silerseniz, tıpta «amnezi» denilen marazî unutma hâlini yaratırsanız ne olur? Günü­müz Türkiye'sinin küçük bir örneği olur. Ve ışıklar hiç gelmez.

Hergün televizyondan, radyodan, gazetelerden bize ahkâm kesenler; lâf ile dünyamıza nizamat verenler kendi yaratmadıkları, asla yaratamayacakları bir medeniyetin vasıtalarını kullanan mağara devri insanlarıdır. Onların kültürü, onların medeniyeti o televizyonu, o radyoyu yapamaz. On­lar o kâğıdı, o ofset makinasını imal edemezler. Satın alıp tercüme ettik­leri yabancı dizileri, yabancı romanları, yabancı fikirleri yazamazlar, oy­nayamazlar, tenkid edemezler. (Yapamayacaklarını her «sosyal içerikli yerli yapım»da bir daha isbat ediyorlar.) Onlar, belki kadim Mısır'da palyaço, mağara devrinde sanatkâr olabilirlerdi. Öğretmenleri ve profesörleri bile öyledir. (Yeni öğretmen olan bir DTCF mezununa, «Aman», dedim, «Bazı liselerde aruz öğretmiyorlar. Ne olur, sen talebelerine öğret.» Cevabı, «Bize öğretmediler ki ağabey.» oldu.)

Maşerî amnezi öyle bir noktaya getirilmiştir ki, kullanılan Türkçe, mağaradan yeni taşınanların diline dönmüştür. Artık tercümeler bile zorlaşmaktadır. Yabancı filmlerde karanlık kalan taraflar bu çöküşün neticeleridir. Tercümanlar «çevirmen» olalı 500.000 kelimelik lisanlar 200 kelimeye tercüme edilmektedir.

Sembol kademeleri kaybola kaybola ilk iki temel şifrelemeye gelinip dayanılmıştır. Şimdi de bu kademeler muhtevaca kemirilmektedir. Son iptidaî kavimler kaybolurken Türkiye'de modern bir iptidaî kavim doğmaktadır: Televizyon, buzdolabı kullanan mağara adamları. İlk 650 ömrün ced-lerimizi mi görmek istiyorsunuz: Televizyonunuzu açın.

ŞAMANDIRA

Kaybettiğimiz üst sembol kademelerini kazanmağa, «Yağmur yağıyor, seller akıyor»dan başlamak lâzım.. Arkasından adım, adım, atalarımızın yüce mirasına tırmanacağız. Tırmanış, o yücelikçe sarp ve zahmetli olacaktır. Sonra o sembollere hâkim, o ışıkları gören yüzbinlerce öğretmen yetiştirmeliyiz. İlk pırıltılar ancak ondan sonra belirecektir. Ve muhakkak ki her şeyden önce o sembolleri hâlâ bilen, yani gözleri hâlâ gören birkaç «ilk ateşçi »ye ihtiyacımız var.

Bir paragrafta özetlediğimiz bu program birkaç nesil geçmeden gerçekleşemez. Amnezi hafızayı bir dakikada yok eder ama sildiği hâtıralar, bir ömürden evvel kazanılamaz.

Fakat elimizi çabuk tutmazsak bizi dönüşü olmayan bir uçurum bek­liyor: İlk ateşçileri ebediyyen kaybedebiliriz. Bir Yahya Kemal, bir Arif Nihat göçünce bir devir kapanıyorsa, bir Tarlan kaybedildiğinde divan edebiyatının ışıklarını bize göstersin diye bütün gözler bir Ali Haydar Diriöz'e çevriliyorsa tehlike adımını kapımızdan içeri atmış demektir.

Kültürümüz batmış bir gemiyse bizim neslimiz onu yüzdürecek güce sahip değildir. Gencimiz, genç orta yaşlımız, o sembollerin en çok var­lığını bilmektedir. Derinliğini veya kendilerini değil. Bu satırların yazarı Bâkî'ye pamuk İpliğiyle tutunurken Şeyh Galib'e erişememekte, ve aşağıda, çocuklarını yutmak için ağzını açmış bekleyen mağaraya dehşetle bakmaktadır. Biz bu gemiyi çıkaramayız. Ancak, «Burada battı-» diye bir şamandıra dikebiliriz ki gelecek nesiller onu —hiç olmazsa— yanlış yerlerde aramasınlar. Yoksa, âlemi deryalar etsek bir daha o şah inci vücuda gel­mez. Yoksa, yalnız Itrî'nîn kayıp besteleri değil, bütün bir kültür âlemi gemiler geçmeyen bir ummanda gömülü kalır.

[i] Alvin Toffler, «Future Shock», Bantam Books Inc., New York, N. Y., 1972. Sayfa: 9 — 32.

[ii] Robert Burton, 1577 — 1640 arasında yaşamış bir İngiliz yazarıdır. Dev ve Cüce Teşbihi «Melankoli'nin Anatomisi» adlı eserinde geçmektedir.

[iii] Bkz. : Susanne K. Langer, «Philosophy in a New Key — A Study in the Symbolism of Reason, Rite, and Art», Harvard University Press, Cambridge, Mass., A.B.D., 1942

Millî Eğitim ve Kültür, Yıl 1, Sayı 3,  Haziran 1979

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Ayhan Tuğcugil (Prof. Dr. İskender Öksüz)
18-07-14
E mail: facebook.com
 
 
Yorumlar: 1
Uğurlu
Medeniyetimiz
Tarih : 19-07-14

İrfanın derinliğine, idrakin ummanına yolcu ER aranıyor... Medeniyetimiz keşfedilebilsin.

 
ŞAMANDIRA
Online Kişi: 22
Bu Gün: 206 || Bu Ay: 9.463 || Toplam Ziyaretçi: 2.221.150 || Toplam Tıklanma: 52.164.644