ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : TASAVVUF / TASAVVUFA DÂİR
Okunma Sayısı: 521
Yazar: Faruk Beşer
TASAVVUFU NİÇİN ELEŞTİRİYORSUNUZ?

TASAVVUFU NİÇİN ELEŞTİRİYORSUNUZ?Bu yazı serisinde tasavvuf ehli başta olmak üzere beklemediğim kadar tebrik ve teşekkür, aksine beklediğimden çok daha az tepki ve suçlama aldım. Bunu hayra yoruyorum. Demek ki, işin ehli meselenin farkında, ancak kimse risk almak istemiyor.

Kalemine sağlık diyenlerin yanında neden tarikat ‘eleştirisi’ yapıyorsun diyenler de az da olsa var. Cevap vereyim, sonra devam ederiz: Eleştiri, elemekten gelir. Bir insan eleştiri yapıyorsa demek ki, eliyor ve iyilerle kötüleri birbirinden ayırmak istiyor. Bu iyi bir şey değil mi? Düşmanlıkla eleştiriyi birbirinden ayırmak lazım. Tarikat adına yapılan yanlışlara karşı çıkmak evliyaya karşı çıkmak değildir.

İkinci olarak, bendeniz İmam Hatip yıllarımdan beridir sufi-meşreb birisiyim ama bir türlü kimseye mürit olmayı beceremedim. Çünkü bu yazdıklarım hep kafama takıldı ve kendimi ikna edemedim. Bunların sorgulanmasını, ayıklanmasını, yani eleştirilip elenmesini istiyorum.

Üçüncü olarak, bazılarının düşmanlık gibi gördüğü bu yazdıklarımın daha söylenecek yüz katının bulunduğunu işin ehli olan herkes biliyor ama bunların dile getirilmesinin tasavvuf düşmanlığı olacağı endişesiyle seslerini çıkarmıyorlar. Bu tavrın doğru olmadığı kanaatinde olduğum için yazıyorum.

Bir kısmı da; eğer söylersek tarikat düşmanı ilan ediliriz ve bazı çevrelerce topun ağzına konuluruz diye düşünüyor olabilir. Bunu da ilmin emanetine yakıştıramıyorum. Kimsenin teveccühüne ihtiyacımın olmadığı bu ahir ömrümde hak bildiklerimi Allah için söyleyeyim de kim ne derse desin diye yazıyorum. O halde doğru soru, bundan önce neden yazmadınız olabilir.

Tasavvuf çocukluktan beri ilgi alanım olduğu için arşivimin en dolu dosyası budur.

Şimdi kaldığımız yerden devam edelim:

Tasavvufu zühd, takva ve duygu eğitimi olarak tanımladık ama zühdün de mecrasından kaydırıldığını söyleyenlere hak vermemiz gerekiyor. Zühd, değerler sıralamasında dünyayı öne almamak, dünya için yaşıyor olmamak iken, dünyaya hiç değer vermemek, onu tamamen terk etmek, başkalarına bırakmak diye anlaşılmaya başlanınca, şairin ifadesiyle, ‘dünya da gitti din de gitti elimizden’. Böyle bir zühd anlayışının Müslümanların geri kalma sebeplerinin ilk sıralarında yer aldığı kesindir. ‘Bir lokma bir hırka’ ifadesi bunun özetidir.

Tasavvufta zühd kavramından başka anlam kayması yaşayan bir diğer kavram cihaddır. Cihad cehd/gayret kökünden gelen bir kavram olarak, müminin yaşadığı zaman ve şartlarda Allah’ın sözünün hâkim olması için gerekli her türlü çabayı canla başla göstermedir. İlimden/bilimden savaşa kadar ne gerekiyorsa onun heyecanla yapılmasının adı cihaddır. Önemde en öncelikli olan neyse o, uygulamada da öncelikli olmalıdır. Hatîb el-Bağdadî’nin rivayet ettiği, bazılarının zayıf dediği, ama son yapılan kapsamlı çalışma ‘Cevami’ul-kelim’de sahih kabul edilen şöyle bir hadisi şerif vardır: ‘Resulüllah (sa) bir savaştan döndüklerinde ashabına buyurdular ki: ‘Şimdi siz daha hayırlı olana; küçük cihaddan büyük cihada, kulun hevasıyla cihadına dönüyorsunuz’. Bundan şunları anlarız: Fiili savaş cihadın kaçınılmaz bir aracıdır, gerektiğinde yapılacaktır, biz olmasını istemeyiz ama yeri geldiğinde kaçınılmazdır ve ona da hazırlıklı olmalıyız. Ne var ki, bu savaş gaye değil vasıtadır. Esas hayırlı olan kulun kendi nefsi arzularıyla savaşıp onları yenmesidir. Vuruşmalı savaş da zaten bu gayeyi gerçekleştirmek içindir. Resulüllah da o vasıta savaşı yapmış, ardından sırayı asıl gayeye getirmiştir. Ama vasıtayı terk ederek de gayeye ulaşılmaz.

Oysa tasavvuf tarihi, belki biraz da kenara çekilmenin etkisiyle vuruşmalı cihada bigâne kalma tarihi olarak anlatılır. Böyle olunca da bu cihadın imkanları azalmış ve Müslümanlar ağır mağlubiyetler almıştır. Hatta Gazalî gibi bir müceddidin eleştirilecek yönü olarak Haçlı Seferleri’nin kızıştığı anlarda bile mukavemete duyarsız kalmasını gösterenler vardır. Bunu bilene sormalıyız. Bu durum Müslümanların yeniden dirilme zamanlarına kadar devam etmiş, adına küçük dense de öncelikli cihadın önemi fark edilince önce Hindistan’da İmam Rabbani ilmi ve siyasi bir cihad hareketi başlatmıştır. On Dokuzuncu Yüzyıl’da Ruslara karşı amansız bir mücadele veren Şeyh Şamil de sufi bir alimdir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde başlayıp Yirminci Yüzyıl’ın ilk çeyreğine kadar Ömer Muhtar’la Kuzey Afrika’da etkisini sürdüren Senûsiyye Hareketi Batılı sömürgecilere karşı her iki cihadı hakkıyla yapan tasavvuf hareketlerindendir. O halde dış düşmanla cihad etmeme tasavvufun tabiatı değil, bir yanlış anlamanın sonucu olmalıdır.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Faruk Beşer
28-12-20
E mail: yenisafak.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
TASAVVUFU NİÇİN ELEŞTİRİYORSUNUZ?
Online Kişi: 23
Bu Gün: 513 || Bu Ay: 9.117 || Toplam Ziyaretçi: 2.200.620 || Toplam Tıklanma: 51.937.112