ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : EDEBİYAT / YAZI VE YAZMAK ÜZERİNE
Okunma Sayısı: 2711
Yazar: Kevser Kuloğlu
YAZMAYA İLK TEŞVİK EDEN ANNESİ!
ALİ ÇAKIR’LA KONUŞTUK!
Yazar Ali Çakır ile yazma serüvenine nasıl başladığını ve kitabı Bir Pervane İçin En Acı Şey Donarak Ölmektir’i konuştuk.


Yazma isteğiniz nasıl doğdu?
Ali Çakır
  

Aslında her şey okumakla başladı ve kendiliğinden gelişti. Okumak öyle bir öğretmen ki, öğrencilerini onlara fark ettirmeden değiştiriyor. Okumak size her defasında yeni kelimeler veriyor. Kelime dağarcığı geliştikçe duyuş ve düşünüş de gelişiyor; çünkü düşünmek için kelimelere ihtiyacınız var. Bundan başka, kelimelere yeni anlamlar yüklemeyi de öğreniyorsunuz. Yani zaman içinde kelimelerin terbiyesinden, rahlesinden geçiyorsunuz okuyarak. Yazanların farkı da tam bu noktada ortaya çıkıyor bence. Yazar, okuduklarına inanan kişidir çünkü. Okumak yazar için bir hakikate ulaşma eylemidir. O hakikati bulabilmesi veya bulamaması da önemsizdir. Hakikatin peşinde, hakikatin kendisine yeni şeyler katma, hani hakikatin “üstüne koyma” gayretindedir yazar.

Âcizane, benim yazma isteğim böyle çok da somut olarak ifade edemeyeceğim bir şekilde ortaya çıktı. Okuduklarım beni yazmaya zorladı; çünkü okuduklarıma samimiyetle inandım. Biz istesek de istemesek de, farkında olsak da olmasak da harflerin, hayatın tam merkezinde olduğunu anladım. Okuduklarımın beni yazmaya zorlaması, daha doğrusu mecbur bırakması sonucu da karalamalar diyebileceğimiz şekilde yazmaya başladım ve devam ediyorum. Burada annemi anmadan da edemeyeceğim. İlk çalışmalarım dergilerde yer almaya başladığında bana bir gün şöyle demişti: “Köydeki bahçemize kavak dikeriz. Yetişince de satar, kitabını çıkarırız.” Bugüne kadar birçok kıymetli edebiyat erbabından yüreklendirici sözler duydum; ama hiçbir şey annemin bu desteği kadar dizlerime derman vermedi. Kendisini bu vesileyle rahmet ve şükranla anıyorum tekrar.

Ali Çakır
Yahya Kemal, özlenmesi gerekenleri en güzel özleyen ve bunu başarılı bir şekilde terennüm eden kişidir

Hangi yazarlar hayal dünyanızı genişletiyor?

Bugüne kadar okuduğum bütün eserlerin yazarları hayal dünyama katkı yapmıştır. Somut açıklamalardan çok bende bıraktığı izlerle burada birkaç isim anmakta fayda var. Bunlar tamamen benim şahsî zanlarımdan oluşmaktadır, yanılırsam kusuruma bakmayın. Öncelikle, çocukken büyüklerimden dinlediğim masalların ve milli destanlarımızın üzerimde fazlaca tesirli olduğunu ifade etmeliyim. Dede Korkut, her zaman çok önemsediğim bir “mefkûre”dir. O geçiş dönemindeki iyi niyeti ve öğrenme arzusunu çok iyi yansıttığını düşünüyorum ve böylece bir şahıstan çok bir düşünme biçimi olarak görüyorum Dede Korkut’u. Ahmed Yesevi de “farkında olma” açısından çok önemlidir. Yûnus Emre’deki Türkçe’ye ve söyleyiş kolaylığına, her sözünde tekrar tekrar hayran oluyorum. Mevlânâ her zaman başucumda duran, tıpkı Dede Korkut gibi bir parçası olduğu milletine yol gösteren bir bilgedir. Fuzuli ise bana göre dünyanın görebileceği en büyük şairdir. ‘Medeniyet’ deyince benim aklıma Fuzuli geliyor. Türkçe’yi sanat dili yapan, Türkçe’yi ispatlayan kişi olarak tanımlıyorum Fuzuli’yi. Onun hemen arkasında, ne yaptığını bilen, kendinden emin bir edayla Baki’nin yürüdüğünü görüyorum. Bugün hâlâ Fuzuli’nin de Baki kadar “imkân” bulamamış olmasına hayıflanıyorum. Şeyh Galib de sembollere yüklediği anlamlarla dünya edebiyatına damga vurması gereken bir edib olmalıydı; fakat maalesef yeterince tanımadığımız için tam olarak tanıtamadık.

Sonra Mehmed Akif ve Yahya Kemal var. Mehmed Akif tam olarak bir model insandır. Bugün okullarda daha etkili bir şekilde anlatılmasını, öğrencilerimize örnek insan olarak takdim edilmesini çok isterdim. Yahya Kemal ise özlenmesi gerekenleri en güzel özleyen ve bunu başarılı bir şekilde terennüm eden kişidir. Özlemenin ve değerlere sahip çıkmanın ne ve nasıl olduğunu Yahya Kemal’den öğrendiğimi söyleyebilirim. Mehmed Akif ve Yahya Kemal Milli Mücadele’nin perde arkasında, yaptıklarından bahsetmeden kahramanlık yapabilme erdeminin iki büyük temsilcisidir de aynı zamanda.

Sezai Karakoç, bildiklerimizi farklı kelimelerle söyleyebilen bir seyyah gibi gelmiştir bana hep. Zarifoğlu, şiirimizi bütün cepheleriyle yenileyen, yürekli, erdemli, inançlı bir ahir zaman filozofuydu. Rahmetli Cahit Zarifoğlu benim tanımadan özlediğim adamdı. Cemil Meriç bize düşünmeyi hatırlatan, doğru tespitleriyle yolumuzu aydınlatan, sadece ülkemiz için değil bizim gibi olan bütün ülkeler için çok önemli bir münevverdi. Mustafa Kutlu Türk hikâyeciliğinin geçmişini ve geleceğini birbirine bağlayan bir köprüdür. Bu köprünün ayaklarından biri de Ali Ayçil’dir. Haldun Taner’in hikâyeleri de edebiyatımıza önemli katkılar yapmıştır. Ve tabii ki Necip Fazıl… Necip Fazıl Kısakürek hakkında âcizane düşündüklerimi buraya sığdırabilmeme imkân yok. Düşündüklerimin bir hülasası olarak Necip Fazıl’ın tornasından çıktığımı söyleyebilirim. Bir de Attila İlhan ve Orhan Veli var. Nuri Pakdil’i de anmadan geçmeyelim.

Yunan mitolojisi de bana pencereler ve kapılar açmıştır. Cioran, Wilde, Borges, Nietzsche, Heidegger, Kafka, Konfüçyüs, Shakespeare… İlk anda aklıma gelen yabancı isimler.

Kitabınız Bir Pervane İçin En Acı Şey Donarak Ölmektir’i neden yazdınız?

Ali Çakır

Bu soruya kitabın yazarı olarak değil de okuyucusu olarak cevap vereyim önce, müsaadenizle. Aslında sadece iki kutuplu bir dünyada yaşıyoruz, fazla seçeneğimiz yok. Sadece iki kutup var. Bu kutupların adını ister iyi ve kötü, ister güzel ve çirkin, ister olumlu ve olumsuz olarak koyun. Belki içinde bulunduğunuz duruma göre kutupların adı değişiyor; fakat önemli olan da adı değil zaten. Bir şekilde yaptığınız veya yapmayı reddettiğiniz her şeyde o iki kutuptan birini tercih etmiş oluyorsunuz. Aslında dünyada gri yok ve hiç olmadı; ya siyah, ya beyaz… Bu açıdan baktığımızda da aslında hepimiz iyiyiz ve hepimiz kötüyüz, aslında hiçbirimiz mutlak iyi veya mutlak kötü değiliz. Bizi her yanımızdan kuşatmış olan zaman ve mekân bizi bazen iyi ve bazen kötü role soyunduruyor.

Belki de burada davranışlarımızı gerekçelendirebilmemiz önem kazanıyor, bilemiyorum. Sonuçta yaptığımız, yapmadığımız her şeyin bir sebebi mutlaka var. Sebep bizi masum kılar mı? Bunun cevabı da son derece göreceli, izafî. Masum kalamıyoruz bir şekilde. İşte burada devreye de merhamet giriyor. Bence merhamet, kalbimizin üretebildiği en samimi iki duygunun biri. Diğeri de öfke. Cezalandırmak öfkenin eseri oluyor zaten. Bundan kaçış yok. Dikkat edilmesi gereken, önemli olan ise affetmenin merhamet neticesinde olup olmamasıdır. Eğer affetmenin temelinde merhamet yoksa samimiyet kaybolmuştur, insanlar birbirlerini öyle veya böyle menfaatten hasıl sebeplerle affetmiştir demektir ki, bu da bütün bir düzeni temelinden yani samimiyetinden çatlatmış olur. Samimiyet de ortadan kalktığında o çok şikayet ettiğimiz maskeli balo bütün hayatımızı kuşatır ve biz önce şaşkın seyirci sonra usta oyuncu oluruz. Bütün bu dairenin içinde de neresinde durursak duralım karşımıza merhamet çıkacaktır, çıkmalıdır. Merhamet fert olarak ruhumuzun bekçisi olduğunda hiçbir beyin korunmuş olanı düşünmez, hiçbir ayak korunmuş olana gitmez, hiçbir el korunmuş olana uzanmaz.

Geleneksel kültürümüzdeki âşık, maşuk ve rakip üçlüsünü pervane efsanesine taşıdık

Bir de hızla akıp duran hayatlarımız var. Hiçbirimizin durup düşünecek vakti yok. Hiçbirimizin muhasebe yapacak hali yok. Yani halimiz, vaktimiz yerinde değil maalesef. Aslında haklıyız da; çünkü yaşadığımız hayat bize bunu dayatıyor. Arkada kalan çürük elma... Böyle olunca da o vakardan ve estetikten uzaklaştık, uzaklaşıyoruz. Bana sorarsanız Türk’ün yaptığı her işte belirgin iki özellik budur derim; vakar ve estetik. Evet, gerçekten de artık dünya küçük bir köy. Bugün renk farkı olmaksızın insanların ülkelerini değiştirin, milliyetini tayin edemezsiniz. İnsanların, değil fert olarak, millet ve kültür olarak da farkı hızla kayboluyor, maalesef ruha tek pay biçmeyen batının lehine. Görerek, sayarak, biriktirerek, ölçerek, tartarak yaşıyoruz. Kütleler, kitleler, maddeler halinde yaşıyoruz.

Kitabın, âcizane, yazarı olarak da birkaç hususa dikkat çekmekte fayda görüyorum. Öncelikle pervane efsanesine bilinçli olarak eklediğimiz üçüncü karakter, benim kitapta en çok önemsediğim nokta. Mum, ateş ve pervane… Geleneksel kültürümüzdeki âşık, maşuk ve rakip üçlüsünü pervane efsanesine taşıdık. Semboller de gerçek hayata çok uygun düştü. Hüsran ve aşk birbirine yakışıyor zaten. Kitaptaki aşk hikâyesi de hüsran ve aşkı yan yana getirirken gideni de kalanı da suçlamıyor. Bir diğer husus, kitabı arka kapaktaki hikaye ile, arka kapaktaki hikayeyi de kitabın adıyla özetlemeye çalıştık. Bir Pervane İçin En Acı Şey Donarak Ölmektir, pervanenin donarak ölme sürecindeki sergüzeştini hem ferdî hem de sosyal olarak anlatma gayretinde olan bir kitap. Bundan sonraki çalışmalarımızın arasında bilinçli bir yeri olan bir kitap.

Ali Çakır
Bu kitabı okuyanlar nasıl bir maddi ve manevi dünyayla karşılaşacaklar?

Maddi olarak, yaşadıkları dünyadan, daha doğrusu yaşadığımız dünyadan çok da farklı bir dünya olduğunu söyleyemem. Sembollere ve hayal unsurlarına yer verilmişse de anlatılan olaylar gerçeğe uygun. İşlenen konular bakımından böyle… Bu olayların kitaptaki kahramanlar üzerindeki etkisi ve olayların seyri açısından baktığımızda iş biraz değişiyor. Madde ve mana birlikte yürüyor. Aslına bakarsanız maddeyi ve manayı keskin çizgilerle birbirinden ayırmanın çok da mümkün olmadığını düşünüyorum. Cansız binaların da kendine has bir ruhu, bir dokusu vardır ki, beğeniyi de bu yönüyle kazanır. Yahut basit bir eşya, bizde ifade ettiği mana ile hislerimizi tahrik edebilmektedir. Kitabın ana kahramanının gördüğü, gösterdiği dünya biraz rahat kaçırıcı, huzur bozucu bir dünya. Büyük çabalarla edindiği erdemlere, gerçek hayatta karşılık bulamamış birinin gözüyle bakılıyor hayata. Olan ve olması gereken arasında, bildiği ile yaşadığı arasında sıkışıp kalmış bir kahraman, okuyucusunun ellerinden tutup, onu kendi dünyasından, kendi dünyasına bir daha bakmaya çağırıyor. Atladığımız önemli ayrıntılara mim koymaya çalışıyor. Bunu yaparken de yakamıza yapışıp bizi sarsmak yerine, kulak misafiri olabileceğimiz bir üslup takınıyor.
Yazar: Kevser Kuloğlu
07-08-10
E mail: dünyabizim.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
YAZMAYA İLK TEŞVİK EDEN ANNESİ!
Online Kişi: 13
Bu Gün: 7 || Bu Ay: 9.903 || Toplam Ziyaretçi: 2.222.523 || Toplam Tıklanma: 52.178.644