ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / MÜLÂKÂT
Okunma Sayısı: 2597
Yazar: Ayşe Yılmaz
YAVUZ BÜLENT BAKİLER'LE MÜLÂKAT

Kalemi Sivas’ta elime aldım

   

Türkçemizin uyanık bekçisi, hassasiyetler şairi, Yavuz Bülent Bakiler ile sıkı sıkı konuştuk…

Şiir vadisinin en geniş okuyucu kitlesine sahip şairlerinizdensiniz. Şiir vadisinde var oluşunuzun hikayesi nedir?

Geniş bir okuyucu kitlesine sahip olduğumu sanmıyorum. Yayınlanan 4 şiir kitabım var. Şimdiye kadar hepsinin toplam baskı sayısı 95.000’dir. Eskiden her kitabım 5.000 adet basılıyor ve bir yılda bitiyordu. Artık 1.000 adet basılıyor ve birkaç yılda bitiriliyor. Türkiye gibi 71 milyonluk bir ülkede bir şairin dört şiir kitabının 95.000 basılması ve satılması devede kulak bile değil. Geçende bir arkadaşım, kitaplarımın 95.000 adet basıldığına “Bu bir rekordur.” dedi. Ben katiyetle bu kanaatte değilim. Önümüzdeki günlerde bu sayı 96.000 olacak. Herkesin olduğu gibi benim de şiirde yer alışımın elbette bir sebebi var. Önce Sivas, halk şiirimizin harman olduğu bir şehir. Sivas’ın bine yakın halk şairi var. Benim çocukluğum, mahalle aralarında, hep o halk şairlerini dinlemekle geçti. Zamanla, ben de onlar gibi vezinli-kafiyeli sözler söylemeye özendim. Sonra üzerimde annemin de tesiri oldu. Annemin sesi güzeldi. Bana her gece masallar anlatırdı. O masalların aralarında türküler de olurdu. Ben o masal türkülerini de büyük bir zevkle dinlerdim. Hevesim daha çok artardı. Çocukluğumda vezinli-kafiyeli (ama saçma- sapan) beyitler, kıt’alar yaza yaza işte bu günlere geldim efendim.

Siz, Ankara’da yayınlanan Hisar dergisi grubundansınız. Prof. Dr. İnci Enginün sizin için: “Yavuz Bülent Bakiler şiirde rahat bir söyleyişe sahiptir ve o dönemin çok sevilen şairlerinden birisidir.” diyor. Ve devam ediyor: “Hisar topluluğu Memleket Edebiyatı’nın devamı niteliğindedir. Hisarcılarla söyleyişte, tekrar halka yaklaşılmıştır.” İddiasında bulunuyor. Sizce, Hisarcıların edebiyatımıza katkısı bundan mı ibaret?

Hisarcıların en büyük özellikleri, Türkçemizi bir imparatorluk dili olarak kabul etmeleri ve yaşayan Türkçeye çok önem vermeleridir. Hisarcılar aynı zamanda, bizi millet yapan kültürümüzün diğer temelleri üzerinde de dikkatle durdular. Mesela dinimize tarihimize, musikimize sahip çıktılar. Komünizm’e karşı çok hassas davrandılar. Yani komünizmin, sanat yoluyla içimize sokulmasına, kendi imkanları çerçevesinde karşı çıktılar. Yeni şairlerin, hikayecilerin, roman ve tiyatro yazarlarının ortaya çıkmaya zemin hazırladırlar. Sanatta, edebiyatta çok ciddi davrandılar. Milli varlığımıza düşman olan bütün cereyanlara karşı çok dikkatli ve mücadeleci oldular.

Az önce İnci Enginün de belirttiği gibi rahat söyleyişiniz, şiirinizi kendiliğinden musikiye taşıyor. Şiirinizde iki temel tema yalnızlık ve aşktır. Sizin yalnızlığınız insanı kasvete sürükleyen bir karanlık değil. Peki aşkı nasıl bu kadar içten ve sarsıcı anlatıyorsunuz? Aşkın kapsamını anlamanın bir sırrı var mı?

Birinci sorunuzu cevaplarken halk şairlerimizi çok dinlediğimi, onların etkisinde kaldığımı anlatmıştım. Ben ilkokul sıralarından lise yıllarıma kadar hep halk tarzında yazdım ve halk şairlerimizi okudum. Halk edebiyatında veznin ve kafiyenin önemini biliyorsunuz. Milletimiz binlerce yıl, şiirde mükemmel olan ölçüyü aramış ve bulmuştur. O vezinler 4+4, 4+3, 6+5 veya 7+7 heceleriyle karşımıza çıkıyor. Halk şairlerimiz, bir de şiirlerinde yarım kafiyeyi, tam kafiyeyi, zengin kafiyeyi kullanmışlardır. Şiirde musikiyi yakalamışlardır. Dikkat ederseniz, benim serbest vezinle yazdığım şiirlerin çoğunda yukarıda belirttiğim vezinler sık sık karşınıza çıkar. O vezinler şiirde akıcılığı sağlar. Bir de ben şiirlerimi mutlaka çeşitli kafiyelerle yazarım. Redife dikkat ederim ve eklerden kafiye olmayacağını bilirim. İnanıyorum ki, halk şiirimizi bilmeyenler, aruza aşina olmayanlar, serbest vezinde başarılı olmazlar.

Aşk şiirlerimi içimden geldiği gibi yazıyorum. “İçten ve sarsıcı” yazdığımın farkında değilim. Yalnız kadın benim için bir beden ihtiyacı değildir. Ona bir sokak delikanlısının ihtiraslarıyla bakmıyorum. Kadın benim ruh dünyamı ürpertilerle dolduran bir güzelliktir. Aşkın kapsamını anlamanın sırrı ruhumuzda saklıdır. O, yaşanan fakat kolay kolay anlatılamayan bir duygudur. Temiz bir havayı içimize çekmek gibi bir şeydir. Güzelliğini yaşarsınız, hissedersiniz; fakat anlatamazsınız.

Anadolu romantizmi şiirlerinizde yepyeni bir tat kazanıyor. Bir şiirinizde: Yumruklarım memleket kadar büyük diyorsunuz. Sivas’ta Yoksul Çocuklar şiirinizde yoksulluk, bir şamar gibi herkese çarpıyor. Sizde aşk duygusunun bir başka izahı, sevgilinin saçlarına gizlenmiş bir ilkbahar olmasıdır. Vatan sevgisi her faninin görebileceği kadar büyükken, sevgiyle yönelen aşk, neden gizli bir ilkbahar esintisi?

Öyle söylemeyin. Ben şiirlerimde Anadolu sevgisini nasıl bağıra bağıra söylediysem, aşk şiirlerimi de aynı coşkun duygularla ortaya koydum. Mesela: “Şaşırdım Kaldım İşte” şiirimde aşk için sevgili için ne söylemek gerekiyorsa, onları söyleyip durdum. “Sen, Seni, Sen” şiirimde de, “Ben Olacağım”, “Yağmur Güzeli”, “Sayıklama”, “İsimsiz Şiir”, “A”, “Yağmur Güzeli” gibi şiirlerimde de yüreğim bütün samimiyetiyle, çığlık çığlık ortada değil mi?

Kesinlikle sarsıcı ve içten demiştik, farklı izaha da değinmiş olduk. Prof. Dr. Ramazan Korkmaz, şiirlerinizde Necip Fazıl ve Cahit Külebi’den etkilendiğiniz iddiasında bulunuyor. Bu tespit size ne kadar yakın?

Yavuz Bülent Bakiler: Çok yakın. Ramazan Hoca’nın tespiti yüzde yüz doğru.

Bir de “Şu şiiri ben yazsaydım.” diyecek kadar, bir şiire sevdalandığınız oldu mu?

Ah keşke bir şiire sevdalansaydım. Ben bir şiire değil, yüzlerce şiire sevdalanmış bir adamım. Okuduğum her şairde çok güzel mısralar, çok güzel kıt’alar, çok güzel teşbihler, çok rahat söyleyişler bulurum. Ah keşke ben de böyle bir şiir yazabilseydim diyerek göğüs geçiririm.

“Sözün Doğrusu” adlı eserinizde Türkçenin hususiyetle unutulmaya mahkum edilmiş güzellikleri üzerinde duruyorsunuz. Gençlerin kaybettiği değerler de değiniyorsunuz. Yitenlerin herkes farkında fakat Türkçemizdeki bu kan kaybının önü nasıl alınır? Sanat bunu tek başına yapabilir mi?

Türkçemiz, çok ciddi tuzaklarla karşı karşıya. Dil kirlenmesinin veya Türkçedeki budanma gafletinin, ihanetinin önü hem kanunla hem de sanatla- edebiyatla alınabilir. Mesela şehirlerimizde iş yerleri, büyük mağazalar, oteller, lokantalar, kahvehaneler… umumiyetle yabancı kelimelerle açılıyor. Dergilerimizin %70’i yabancı isimlerle çıkıyor. Artık hipotromlarda atlarımız bile yabancı isimlere koşuyorlar. Bu, bizim birtakım insanlarımızın, Batı dünyası karşısında duyduğu aşağılık ruhundan kaynaklanıyor. Bu çirkinliğin önüne geçmek, dünyanın en kolay işlerinden biridir. Nasıl ki kapalı yerlerde sigara içimini kanun çıkararak önlediysek, nasıl ki trafikteki bazı yanlışlar kanunlarla yasaklanıyorsa… dildeki bu kirlenme de bir kanun çıkarılarak önlenebilir. Mesela yeni bir kanun çıkarılır ve orada denilir ki : “Türkiye’de yabancı kelimelerle iş yeri açılamaz. Bu esasa uymayanlar yüz bin liradan beş yüz liraya kadar cezalandırılır. Bu kanunu belediyelerimiz uygular.” Böyle bir kanunla dehşetli bir yanlışın önü alınabilir. Fakat Türkiye’de böyle bir kanun çıkarılamaz. Neden çıkarılamaz? Onu bilmiyorum. Onu milletvekillerimize sormak lazım. Anayasamıza göre devletimizin resmi dili Türkçedir. Eğitim kayıtsız-şartsız Türkçe olmalıdır. Çocuklarımız, mutlaka yabancı bir dil, hatta birkaç dil öğrenmelidirler. Ama eğitim her kademesinde eğitim dili Türkçe olmalıdır. Türkiye, bir sömürge devleti olmadığı halde, şimdi anaokullarında bile artık İngilizce dersleri var. Yanlıştır. Türkiye, İngiltere tarafından işgal edilseydi, acaba eğitim dili konusunda nasıl farklı bir uygulama olurdu? Kanunla, birtakım yanlışlıkların önüne geçilmesi şarttır. Bir de sanat- edebiyat adamlarımıza düşen bir vazife vardır. Onlar da dilde ırkçılığa kaymamalıdırlar. Milletimizin bin yıldan beri konuşa konuşa Türkçeleştirdikleri kelimelere katiyyen dokunmamalıdırlar. Dilimizin, bir imparatorluk dili olduğunu unutmamalıdırlar. Türkçeleşen her kelimeye sahip çıkmalıdırlar.

Attila İlhan, İlhan Berk ve Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın vefatlarından sonra siz ve Sezai Karakoç gibi belli şairler için bir şey söylenir oldu: “Türk şiirinin en köklü şairleri” Bu yaklaşım, size ne düşündürüyor? Şiirimiz, artık sizler gibi üstatlar yetiştiremiyor. Bunun ana sebeplerine değinir misiniz?

Ben mi Türk şiirinin en köklü şairlerinden biriyim? Buna yüz defa değil bin defa estağfurullah derim. Sezai Karakoç kendini ‘Kaf Dağı’nın tepesinde görüyor. Onun için hiçbir şey diyemem. Ama bugün beni kırk defa suya götürüp susuz getirecek şairlerimiz var. Yapmayın. Bu hükümlerle bana gelinmesin. Bu iddiayı bin dilim olsa, biriyle bile vallahi billahi kabul edemem. Ben vasatın biraz üstünde olan şairler arasındayım.

Medyanın içinde birebir bulundunuz. Yıllarca TRT’de çalıştınız. Televizyon, günümüzde insanları hayattan uzaklaştıran sosyal hayattan koparan bir kuruluş haline geldi. Bu medya genişlemesinde edebiyatın, sanatın yeri ne kadardır?

Çok az! Çok az! Çok az! Bütün büyük gazetelerimiz hemen hemen her gün, sayfalarının ikisini, üçünü, bazen de dördünü tamamen spora ayırıyorlar. Gazetelerimizde, bütünüyle sanata- edebiyata ayrılan sayfalar, haftada bir defa ya düzenleniyor, ya düzenlenmiyor. Gazetelerimizde televizyonlarımızda ahlaksızlığa zemin hazırlayan resimler, haberler, programlar adeta yağmur gibi. Artık utanma-arlanma duygumuza da kaybediyoruz. “Şu şununla yatıyor, şu şununla gezip tozuyor !... başlıklı, fotoğraflı haberler lağım artıkları gibi ortalıkta. Bu haberlerin, programların kime ne faydası var? Bir de düzeyli ilişki” safsatası var. Düzeyli ilişkin de düzeysiz ilişkinin de Türkçemizdeki karşılığını biliyorum ama utancımdan burada söyleyemiyorum. Seviyesizlik olmasın diye susuyorum.

55. sanat yılınızın kutlaması için Yazarlar Birliği size Ankara veya İstanbul şehirlerimizi teklif etti. Siz de bu çalışmanın medyada yeteri kadar ilgi göremeyeceğini bildiğiniz halde Sivas’ta olsun?” dediniz. Neden?

Sivas benim memleketim, kalemi Sivas’ta elime aldım. Halk şairlerimizi dinleye dinleye şiire ilgi duydum. İlk şiirlerimi Sivas’ta yazdım. Düşünüyorum: Ben başka memlekette doğup büyüseydim, belki de şiire ilgi duymayacaktım. Çünkü sanatta, muhitin, çevrenin önemli bir yeri var. Sivas olmasını istemenin birinci sebebi budur. Bir ikinci sebep daha var: Sivas Türkiye’nin düşman yüzü görmemiş(Timur baskını hariç) istilaya uğramamış bir şehri. Yani Sivas noksansız, Türk ve Müslüman bir şehir. Türk’ün ve Müslüman’ın en önemli özelliklerinin başında kitap okumaması geliyor. Doğu ve Güneydoğu illerimiz hariç tutulursa, benim şiir ve nesir kitaplarımın en az satıldığı şehirlerin başında Sivas geliyor. Bu bakımdan ben de, sanat hayatımın 55. yılına(55) kişi bile gelmese programın Sivas’ta yapılmasını istedim. Toplantıya Ankara’dan ‘Kültür Bakanlığı’mızın müsteşarı sayın İsmet Yılmaz, bakanlıktan bir heyetle katıldı. Bana 55 taşlı güzel bir ödül verildi. Fakat benim sevgili hemşerilerim, beraberinde götürdüğüm 4-5 ayır kitabımın yarısına bile ellerini uzatmadılar. Okumamak memleketimizin en başta gelen özelliklerinden birisi. Gerçek bu, ne yapalım yani?

Galiba Türk şiirinde ana üzerine en çok şiir yazan iki kişiden biri sizsiniz. Bunun bir sebebi olmalı.

Sebebi çok uzun. Fakat ben size çok kısaltarak anlatayım: askerliğimi 1961-1963 yılları arasında, Ankara’da Çankaya’da Cumhurbaşkanı Muhafız Alayı’nda yaptım. Paraşüt bölüğünde takım kumandanıydım. Bir gün bölük erlerinden Kemal Sarı benden izin istedi. Annesinin Ankara’ya geldiğini, görüşmek için kendisine haber gönderdiğini söyledi. Kemal Sarı, benden 18.00 sıralarında izin istemişti. İsteğini yerinde buldum ve kendisine gece saat 24.00 e kadar izin verdim. Doğrusu onun çok daha geç saatlerde döneceğini düşünüyordum. Fakat Kemal Sarı saat tam 22.00’de çıkıp geldi. Çok şaşırdım ve neden iki saat önce geldiğini sordum. Dedi ki: - Komutanım! Anneme durumu anlattım. Sizin ciddi bir mes’uliyet altına girerek beni hafta içinde izinli tuttuğunuzu söyledim. Annem dedi ki: “Oğlum Kemal! Ben anayım! Oğlum gözün karnı yok ki doysun! Oğlum ben sana öyle iki saat, dört saat, altı saat değil, bir ömür boyu baksam doyamam. Çünkü ben anayım ve gözün karnı yok ki doysun! Var bir an önce git ki, kumandanın müşkül bir durumda kalmasın!” Annem böyle söyleyince, ben de iki saat önce çıkıp geldim komutanım! O Çankaya gecesinde, Kemal Sarı’nın annesinin söyledikleri, beni çok duygulandırdı. Gözyaşlarımı tutamadım. Düşündüm ki, benim annem de benim için aynı duygularla dolup taşıyor. Sonra yine düşündüm ki annem için yazdığım bir tek şiir bile yok. Bundan çok utandım ve o geceden sonra oturup ana şiirleri yazdım.

Doğru! Ana üzerine Türk şiirinde en çok şiir yazan iki şairden biri benim. Öteki de Arif Nihat Asya. Diğer meşhur şairlerimizin ya bir ana şiirleri var veya hiç yok. Ne kadar yazık değil mi?

Gerçekten öyle. Ahmet Turan Alkan, Sivas’ta “parlak bir avukatlık” döneminizin olduğunu yazıyor.

Ahmet Turan Alkan, benim aziz hemşehrimdir ve sevgili kardeşlerimdendir. Yaşça benden küçüktür ama başça benden büyüktür. O, bir büyüklük göstererek, Sivas’ta parlak bir avukatlık dönemimin olduğunu yazmış. Esasında avukatlık hayatımın parlaklığı filan yoktur. Eğer benim mizah kabiliyetim olsaydı, Sivas’ta nasıl avukatlık yaptığımı yazar, ortaya mükemmel bir mizahi eser koyardım. Sivas’ta, mesleğin içine girince anladım ki ben, katiyen avukatlık yapamayacak bir yaradılışa sahibim. O bakımından, avukatlıktan ayrıldım ve tekrar devlet memuriyetine döndüm. Acaba bizim adalet tarihimizde var mıdır ki, bir avukat müvekkili adına bir dava açsın, yani davacı olsun, sonra bütün delillerin toplanması üzerine, dosyayı incelesin ve kalkıp mahkeme başkanına: “Efendim! Açmış olduğum bu dava redde mahkumdur. Davamın reddini talep ediyorum.” desin. Ben açtığım bir, iki davamın reddini isteyen adamım. Girdiğim ceza davalarının hiçbirine, savunma şahitlerimize “Mahkemede şöyle şöyle söyleyeceksiniz!” diye bir uyarıda bulunmadım. Bana sordular: “Mahkemede ne söyleyelim?” Onlara dedim ki: “Şahit gördüğünü, duyduğunu, bildiğini söyleyen adamdır. Ne biliyorsanız, ne gördünüzse onu söyleyeceksiniz. Yerde bir ölü var. Ben ahiretimi para ile satacak adam değilim! Size hiçbir telkinim olamaz! Bazı davalarda, benim mütevekkilden alarak isimlerini bildirdiğim savunma şahitleri, yüzde yüz bizim aleyhimizde ifade vermişlerdir. Mahkeme heyeti şaşırıp kalmıştır ve bana sormuşlardır:  - Bu şahitler sizin gösterdiğiniz savunma şahitleri ama mütevekkilinizin aleyhinde ifade veriyorlar ne diyorsunuz? Demişimdir ki:

- Reis Bey! Ben bu şahitleri yazıhanemde veya mahkeme kapısında, mahkeme heyetine şöyle şöyle ifade verin demiyorum. Bana soruyorlar: “Nasıl ifade verelim?” diyorlar. Ben de onlara diyorum ki: Şahit sizsiniz, ben değilim. Hadise hakkında ne biliyorsanız dosdoğru bir şekilde onu söyleyin! Onlar da bildiklerini böyle söylüyorlar.”

Böyle avukatlık olur mu Ayşe Hanım? Benim avukatlığım böyle sahnelerle doludur.

Ayşe Yılmaz: Dil konusunda çok güzel bir tespitiniz ve teklifiniz var. Diyorsunuz ki İngiliz eğitim sisteminde, liseden mezun olanlar Shakespeare (Şekspir) İngilizcesini öğrenerek üniversite tahsiline başlıyorlar. Bizde ise, çocuklarımız 30-40 yıl önce ölen bir edebiyatçımızın eserlerini okuyup anlayamıyor. Bunu biraz açar mısınız?

İngiltere’de bir gemi kaptanıyla konuşurken ona mahsustan sormuştum: Sizin İngilizcenizde, Fransızcadan ve Latinceden pek çok kelime var. Niçin o kelimeleri dilimizden atarak öz İngilizce ile konuşmuyorsunuz?” demiştim. Cevap vermişti:

- Fransızcadan ve Latincede, İngilizceye geçen; ama artık herkes tarafından bilinen, konuşulan, anlaşılan o kelimeler, tamamen bizim dilimizin kelimeleri olmuşlardır. Hiçbir İngiliz, o kelimeleri dilimizden çıkarıp atmak cüretini gösteremez. Hangi dünya dili saftır ki, bizim dilimiz de saf İngilizce, öz İngilizce olsun? Peki az önce bana, bu yıl üniversiteye başlayacak olan kızınızdan bahsettiniz. Sizin kızınız Shakespeare (Şekspir) İngilizcesini biliyor mu?” diye sordum. Cevabı şöyle oldu: - İngilterede, Shakespeare (Şekspir) İngilizcesi bilmeyen bir kimseye aydın nazarıyla bakılamaz. Kızım şu anda evimizde, Shakespeare (Şekspir) İngilizcesi üzerinde çalışmaktadır. Kendisine bir hoca tuttum. Çalışıyorlar.” Bir gemi kaptanından, dil konusunda aldığım cevap aynen böyledir. Burada dikkat edilecek müthiş bir gerçek var: Shakespeare (Şekspir), 390 yıl önce ölen bir İngiliz edibi. İngiltere eğitim sistemi, 390 yıl önce ölen bir edibinin dilini ve eserini canlı tutuyor. Okuyan anlayan nesiller yetiştiriyor, biz ise değil 90 yıl, 50-60 yıl önce ölen bir edibimizin kitaplarını okuyamıyor, okutamıyoruz. Türkçemizi her 40-50 yılda yeniden buduyoruz. Dilimizi adeta kuşa çeviriyoruz. Bundan büyük felaket olur mu? Attila İlhan, bir TV. Programında anlatmıştı. Demişti ki: “Paris’e gittiğim zaman H. De Balzac’ın romanlarını Fransızcasıyla okudum ve gördüm ki onu rahatlıkla okuyup anlayabiliyorum. Acaba benim Fransızcam çok mu mükemmel diye şüpheye düştüm. Sordum- soruşturdum. Öğrendim ki, Fransa’da lise eğitiminde geçen bir kimsenin Fransızcası, Balzac’ı anlayabilecek seviyededir. Biz de öyle nesiller yetiştirmeliyiz ki, onlar Atatürk’ün Nutuk isimli eserini, lugatlara bakmadan okuyup anlayabilsinler!” Burada dikkat edilecek çok önemli bir nokta var. Balzac 1850 yılında öldü. Yani 159 yıl önce kalemini elinden bıraktı. Ama Fransız gençleri de, Balzac Fransızcasını okuyup anlıyorlar. Peki oysa bizdeki durum nedir? Biz evimizde 7 yıl Türkçe konuşuyoruz. 8 yıl ilköğretimde, 3 yıl da lisede Türkçe eğitim görüyoruz. Etti mi 18 yıl? Türkçe eğitim gören çocuklarımız üniversitelerimizdeki hocalarının dillerini ve kitaplarını anlayamıyorlar. Kendilerini doğru dürüst ifade edemiyorlar. Doğru dürüst bir dilekçe bile yazamıyorlar. Niçin? Türkçeleri hem çok kısır olduğu hem de ders kitapları dışında edebi eserler okumadıkları için.

Batı dünyası niçin bizim önümüzde? Biz neden gerilerde kaldık? Okunulsa, öğrenilse bilinecektir ki, bunun birinci sebebi dilimizde meydana getirilen kısırlaştırma, budama hastalıklarıdır. Türkiye zengin bir Türkçeye kavuşturulmadan, okumadan, araştırmadan, bilmeden, incinmeden gelişemez, yükselemez. Evlerimizin %95’i kitapsız ve kütüphanesiz Türkiye, cinayetler ve gerilikler bataklığından yakasını kurtaramaz.

Yorduk sizi. Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.

Teşekküre değecek bir hizmetim olduysa ne mutlu bana.

 

 

Ayşe Yılmaz

HaberKültür.Net

Yazar: Ayşe Yılmaz
21-04-10
E mail: Haberkültür.net
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
YAVUZ BÜLENT BAKİLER'LE MÜLÂKAT
Online Kişi: 25
Bu Gün: 294 || Bu Ay: 10.190 || Toplam Ziyaretçi: 2.223.176 || Toplam Tıklanma: 52.188.342