ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / MÜLÂKÂT
Okunma Sayısı: 5946
Yazar: Umut Bulut
NURETTİN TOPÇU HAKKINDA MÜLÂKAT

Topçu insanlığa hitap ediyor!

TOPÇU, İNSANLIĞA HİTAP EDİYOR

Nurettin Topçu üzerine çalışmalrı bulunan Dr. Mustafa Kök ile Nurettin Topçu ve İsyan Ahlâkı üzerine çok geniş kapsamlı bir mülâkat gerçekleştirdik. İsyan Ahlâkı kitabının iki müterciminden biri olan Dr. Mustafa Kök, bu alanda söz söyleme ehliyetine sahip ender insanlardan biri olarak tanınıyor. Titiz bir çalışma ve uzun bir dikkat sonucu gerçekleştirdiğimiz bu mülâkatın, oldukça önemli düşünce sorunlarımıza ışık tutacağı kanaatini de taşıyoruz.

 

Nurettin Topçu, İsyan Ahlâkı'nda Türk ve dünya düşünürlerine temelde ne öneriyor?

Nurettin Topçu, "İsyan Ahlâkı"nda, "Türk ve dünya düşünürlerine" değil, "Türk ve dünya insanına", tek kelimeyle insanlığa hitap ediyor. Bütün gerçek düşünürler, filozoflar somut, bugün için yaşayan, sadece "ş imdiki" insana değil, bugünden yarına bütün insanlara ve "çağlar ötesi"ne hitap ederler. Sokrates 'ten Sartre'a, bu hep böyle olmuştur. Tıpkı Peygamberler ve velîler gibi. Hayır, bunların hepsinin işi, konumu ve misyonu ayni demek istemiyorum; "insan"a hitap etmek bakımından aralarında bir benzerlik görüyorum. Keza, peygamberler, velîler ve filozoflar kendi tarihlerini, yaşadığı dönemi, "kendi somut insanı"nı hiç hesaba katmazlar da demiyorum, aksine bütün bunlar çıkış noktalarıdır; ama bütün bunlardan hareket etmekle beraber hepsini aşarlar. Bu anlamda Topçu'nun da gerek "düşünceleri", gerek "seslenişi" "evrensel"dir. Nurettin Topçu bütün bu özelliklere sahip bir düşünür, yani "insan"a ve insanlığa hitap eden bir düşünür-filozof… "Temelde ne öneriyor?" sorusuna gelince; özetin özeti şudur: İnsanın önce bir beşeri ferdiyeti, sonra sosyal varlık yapısı var ve en sonunda "irade varlığı" olarak "insan ötesi"ne uzanan, "ilâhî" dememiz gereken yanı - filozoflardan ödünç olarak alıp kullanacak olursak - "cevher"i, "metafizik"i var. İnsan beşerî ferdiyetiyle "hazlarının esiri", sosyal varlık cihetiyle "toplumunun esiri" olabildiği halde, ötelere uzanan irade varlığıyla bütün bunları aşabilir; iradesi sayesinde "kendi eliyle" tabiatı değiştirebildiği gibi "kendisini" de değiştirebilir. Bu, ferdî ve sosyal varlığına esir olmaktan kurtulup hürriyetine kavuşması demektir. Bu, insanı "kendi içinden" esir almak isteyen hazlarla "dışarıdan" baskı yapıp her çeşit haksızlığa dahi boyun eğmeye çağıran sosyal realiteye "isyan" edebilme iradesidir ki, burada kendisine sorumluluk bilinci yol gösterir. Nurettin Topçu ahlâkı bu anlamda "sorumluluk"u merkeze alan bir ahlâk felsefesidir. İşte, Nurettin Topçu'ya göre bizde "isyan" eden bu irade gerçekte " Allah'ın iradesi"dir ve iradede "cüz'î-küllî" ayrımı, "sun'î"dir; çünkü gerçekte irade bir ve bütündür. O, bizde haksızlıklara karşı isyan eden bu iradeyi anlatmak için "Allah'ın insanda isyanı" ifadesini kullanır. O halde, Nurettin Topçu "İsyan Ahlâkı"nda insanoğluna, ferdî hazlarına ve toplumsal baskıya boyun eğip körü körüne itaat etmek yerine, içindeki ilâhî iradeye uyup "isyan etmesi"ni, böylece "iç ve dış kuvvetleri"ne esir olmak suretiyle gayri ahlâkî yaşamak yerine, bütün bunlara karşı koymak iradesiyle hür ve ahlâklı olarak, gerçekten insan olarak yaşamasını öneriyor. (Conformisme: körü körüne itaat etme hâli, uysallık; révolte: isyan. Musa Doğan ile birlikte tercüme ettiğimiz eserinin orijinal adı: "Conformisme et Révolte: Uysallık ve İsyan"). "İsyan ahlâkı"nın diğer adı ise "hareket ahlâkı"dır; çünkü bu, Maurice Blondel'in "hareket felsefesi"nin, Nurettin Topçu'ya "ahlâk felsefesi" olarak yansımasıdır.

Ama bütün bunların dışında Nurettin Topçu'nun bizatihi "Türk ve dünya düşünürleri"ne isyan ahlâkı bağlamında önerdiği nedir diyorsanız, bunun da bir cevabı var: O, toplumların ve onların âkil adamları olarak düşünürlerin, aydınların - geleneğe çok da önem vermekle beraber - mazereti geçmişe, atalarına yüklemelerine karşı çıkıyor. Yani, sorumluluğu atalarının üzerine atıp kurtulmak taraflısı değil. Aksine onda ideal olan, "ataların ve toplumun hareketinden kendine bir sorumluluk çıkarmak"tır. Şöyle diyor: "Atalarımız bizden sorumlu değildirler, belki yarattıkları eserin mirasına konmak suretiyle, onlardan sorumlu olmak isteyen bizleriz ." Toplumu ve toplumsal dayanışmayı bir safhaya kadar isteyen fert, "sonunda bu toplumun kölesi olmuşsa onun ideali, daha iyi bir toplum isteyerek ve kendini toplum tarafından konulmuş sınırları aşmaktan sorumlu sayarak, böylece hürriyeti ve ferdiyeti genişletmek gayesiyle bu kölelikten, esirlikten kurtulmaktır. Nitekim toplumlar, varlığını ve evrimini böylesi fertlere borçludur." (İsyan Ahlâkı, "Sorumluluk Şuurunun Tahlili" bölümü.) Demek ki, Topçu, gerek genel olarak insana, gerekse ve özelliklede düşünen insana mevcut hâlinize teslim olmak yerine ilâhî iradeyi içinizde duyarak ahlâken isyan edin, diyor. Ama bu isyan ne anarşistin, ne nihilistin ne de - şimdi sistemi yıkıldığı kabul edilen - komünistin isyanıdır. Aksine bu isyan, Batı'da mistisizm, bizde ise "tasavvuf" denen hayat felsefesinin ahlâkına sahip "kâmil insan"ın isyanıdır. Çünkü diğerleri ya toplumu ya ferdi feda etmişlerdir. Oysa mistik felsefeler, hem toplumun haklarına hem de ferdin şahsiyetine sahip çıkarak ideal bir "ahlâk nizamı" öngörmüşlerdir. Topçu'ya göre bu isyanın "insan olarak" örnekleri, Hz. Peygamber'in, nefsimize karşı emrettiği (büyük) cihada uyanlardır; Sokrates, Halife Ömer, Pascal, Gandhi, Hallac-ı Mansur, İmam-ı Âzam gibi hemen hepsi ruhunu sefaletten kurtaran, bir kısmı da ayni zamanda bedenini de kurban eden kahramanlardır.  

Topçu düşüncesi Türk aydınları tarafından yeterince sahiplenildi mi? Yoksa daha gür çıkan başka seslerin yanında Topçu'nun sesi kaynayıp gitti mi, siz nasıl bakıyorsunuz?

Topçu düşüncesi Türk aydınları tarafından yeterince sahiplenilseydi, bugünkü Türk düşüncesi bu derece yetersiz bulunmaz, toplum olarak da fikren ve fiilen daha iyi bir yerde olurduk. Onun sesi "daha gür çıkan" değil de daha revaçta olan, kulak verildiği için daha kolay duyulan sesler yanında; keza toplumsal bir proje olarak "Yarınki Türkiye"nin olması gereken idealleri yerine hâkim çizgi olarak - kaba bir tasnifle - sağcısıyla-solcusuyla "Batıcı idealler" peşinde koşanların sesleri arasında kargaşadan duyulmadı, diyebiliriz. Sade Nurettin Topçu'nun mu? Ali Fuad Başgil'in, Erol Güngör'ün, Cemil Meriç'in, hatta Necip Fâzıl'ın sesleri de ayni kargaşada kaybolmakta. Bakmayın bugün kendini "Yeni-İslâmcı" gösterenlerin (sözde "muhafazakâr demokrat"ların) yeri gelince Necip Fâzıl'a övgüler dizip Sezai Karakoç gecelerinde nutuk attıklarına; esas itibar ettikleri Batıcı ideallerdir ve bağlandıkları vagonun lokomotif adresinde kocaman bir "AVRO-ABD" yazmaktadır. Lokomotifi nöbetleşe kullanan makinistlerin elbise renkleri farklı olsa da (kiminin kırmızımtırak, kiminin yeşilimtırak, kiminin mavimtırak) şapkaları ayni renk (kül rengi) ve ayni markadır: Yeni-Liberal Şapka. (Anlaşılacağı gibi bu, fikirde eski-Marksist, eski-İslâmcı, eski-Ülkücü ittifakıdır.) Umalım ki, idealist bir gençlik bağrında yeni bir kıpırdanma olsun ve bütün bu andığımız düşünürlerle birlikte isyan ahlâkçıları bu teslimiyete dur desin!

Yakın dönem Türk düşünce hayatını bilen birisi olarak size, Nurettin Topçu ile Kemal Tahir arasında benzerlik ve farklılıkları soracak olursak neler söylersiniz?

Nurettin Topçu ile Kemal Tahir arasındaki ilk benzerlik, her ikisinin de "sosyalist karakterde" olmasıdır diyebiliriz. İkincisi, her ikisinin de Osmanlı'ya duydukları saygı çok büyüktür. Bu saygının nişanesi olarak Topçu "Büyük Fetih"te toplanan yazıları (ki çoğu konferanslardır), diğeri ise bir dizi romanı yazmıştır. (Bence bu konudaki en önemli iki romanı, "Devlet Ana" ve "Yol Ayrımı"dır.) Üçüncü bir benzerlik, Batıcılığı ve onun erken Cumhuriyet dönemindeki uzantısı sayılan Kemalist pratiği eleştirmişlerdir. (Bu konunu ayrıntıları bu mülâkatın çerçevesine sığmaz. Çünkü Batı'ya karşı çıkış sebeplerinde farklılıklar da var.) Sonuçta her ikisi de bu milletin tarihine güvendikleri gibi istikbaline de güvenmişlerdir. Ayrıldıkları noktalar ise Nurettin Topçu'nun sosyalizminin kaynağında teorik olarak mistik bir metafizik, ona bağlı insan, tabiat ve toplum anlayışı; pratikte ise İslâm'ın adalet ve kul hakkı dâvası var iken; Kemal Tahir'inkinde Marksist Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) diye formüle edilen bir sosyal hak felsefesi yatmaktadır. Ne var ki, burada Marksist bakış, sadece metodolojik anlama ve açıklama modeli olarak kabul edilmiş, bunun dışında onun evrensel materyalizmi es geçilmiştir. O sebepten Kemal Tahir ve ekolünce Anadolu insanına ve kültürüne fevkalâde saygıyla yaklaşılmıştır.  

Kemal Tahir ekolünden olarak, Halit Refiğ, Metin Erksan ve Lütfi Akat gibi Anadolucu sinema yönetmenleri Kemal Tahir'in Anadolucu fikirlerini sinemaya giydirirken, Topçu için muhafazakâr-Müslüman sinemacılar bu derinlikte gayrete neden giremediler?

Her üç sinemacı da Kemal Tahir'in anlayışını sinemaya uyguladılar. Halit Refiğ'in "Gurbet Kuşları"ndan "Fatma Bacı"ya, "Haremde Dört Kadın"a, "Yorgun Savaşçı"ya kadar; Metin Erksan'ın "Susuz Yaz"dan "Kuyu"ya, "Preveze Deniz Savaşı Hazırlıkları"na kadar yapmak istedikleri budur. (Bu anlayışlarını Halit Refiğ " Ulusal Sinema Kavgası" kitabında, ayrıca her ikisi muhtelif sayılarda Dergâh Dergisine verdikleri uzun orta sayfa mülâkatlarında anlattılar.) Buna karşılık, "Topçu için muhafazakâr-Müslüman sinemacılar bu derinlikte gayrete neden giremediler?" sorusunda kastedilen muhafazakâr-Müslüman sinemacılar kimlerdir, açıkçası bilmiyorum. Rahmetli Yücel Çakmaklı ile onun etkisinde yetişenleri kastediyorsanız, onlar sanırım kendilerini "muhafazakâr-Müslüman sinemacılar" veya"Anadolucu" değil, "Millî Sinema Taraftarları" diye nitelediler. Bununla beraber, Yücel Çakmaklı, söylediğiniz temaya yakın şeyler yaptı, denilebilir ("Kuruluş" filmi bir örnek sayılabilir). Ama başta Ezel Erverdi olmak üzere Nurettin Topçu'nun talebeleri sinemanın çağımızdaki etki gücünü kavrayıp bu idealle yola çıktılar; bu anlamda Metin Erksan ve Halit Refiğ ile hayli ileri dostluk da peyda ettiler; hatta "A Ajans" diye bir şirket kurup bazı senaryolar hazırladılar. Ne var ki, en başta ne bu projelerin önemini kavrayıp bu işlere sermaye yatıracak bir "Müslüman sermayedar" vardı, ne de zihniyet alt-yapısı. Bu arkadaşlarımızın yukarda andığımız -yanılmıyorsam - Metin Erksan'la birlikte düşündükleri harika bir "Medine Müdafaası" tasarısı vardı ki, çok büyük bir finansmanı gerektirdiğinden akim kaldı. (Ezel Erverdi'nin çocuklarından birisi Mimar Sinan Üniversitesi'nde belki de bu amaçlar için kullanılacak bir "sinema eğitimi" bile almıştı.) Hâsılı bu kabil işler, hâlâ ne "Müslümanlar"ın, ne de "Anadolucular"ın işleridir. ("Müslüman Anadolu Kaplanları" aklınıza geliyorsa, doğrusu hiç sanmıyorum! Onlar henüz yola çıkmak için lüks villalarından inip, lüks ciplerine binme telâşındalar. Tabii, İstanbul'daki asıl " kaplanlar"ı da unutmayalım. )

Biz, Blondel ve Bergson Topçunun hamurunu yoğurdu, Abdülaziz Efendi ona İslâm mayasını kattı dersek siz bu yoruma onay verir misiniz?

Hayır, böyle bir iddiaya onay vermem. Doğrusu şu: Nurettin Topçu, kendi "hareket felsefesi"ni ve mistik temelli "isyan ahlâkı"nı kurarken Blondel, Bergson ve hatta Luis Massignon'dan kavram şemasını ve metodolojisini aldı, fakat onun içeriğini kendi İslâm ve Anadolu Sûfîliği'nin malzemesiyle dokudu. Yani tabir caizse felsefe tekniği Batılı filozof ve bilimcilerden, proje, malzeme ve işçilik kendimizdendir, kendimizindir; yani Nuretin Topçu'ya aittir. Eğer İsyan Ahlâkı tercüme edilmeseydi, spekülatif olarak böyle denebilirdi (nitekim eseri okumadıkları ya da anlamadıkları için bundan daha ileri lâflar edenler de var). Oysa eser, gecikerek 1995'den beri de olsa Türk okurunun elinde artık. Oradaki "Mistik Îman" ve "Îmandan İsyana" adlı beşinci ve altıncı kısımları okuyup da böylesi iddialarda bulunmak, buraları lâyıkı veçhiyle anlamamak demektir. Daha ilerisine gidip Abdülaziz Bekkine sayesinde "ihtida" ettiğini söylemeye çalışanlara gelince; tabii böylesi bir ifade bir suizan, hatta düpedüz "bühtan" sayılır. Ama Tasavvufî hayatın pratiğine Abdülaziz Bekkine'de kavuştuğunu söylemede hiçbir beis yoktur. (Biz bu konuya Hece Dergisi’nin “Nurettin Topçu Özel Sayısı”nda ve I. Ahlâk Şûrası’ndaki tebliğimizde yer verdik.) Buna ise "mayası katılmak" denmez. Nurettin Topçu, henüz orta öğretim sırasında hocalarından aldığı eğitim (Safahat'ı ezberleten öğretmenlerde okumak gibi) ve İstanbul'da ailesiyle dost çevresinden kazandığı terbiye sayesinde Fransa'ya daha giderken o "maya"ya sahip olarak gitmiştir. Ki, onun sayesinde kendisini " pozitivist felsefecilerin" değil, "mistik-metafizikçi düşünürler"in çevresinde bulmuştur. Çünkü "arayan bulur"muş!...

Siz olsanız doğu-batı ya da Blondel- Bekine arasında Nurettin Topçu'yu nereye oturtup nasıl değerlendirirsiniz?

Bu sorunun cevabı bence bir öncekinde verilmiş oldu. Ama bir cümleyle toparlayalım: Nurettin Topçu araştırma tekniği, metodu ve bilim zihniyetiyle Batılı-Blondeliyen, ruhu ve felsefesiyle Doğulu-Abdülaziz Bekkine bağlısı (mistik) bir Türk filozofudur.

Nurettin Topçu'nun Taşralı hikâyelerinde yaban/ öteki ayrımı yaparak etnik düşmanlık yaptığı iddiaları dolaşıyor. Hem Taşralı'da hem öteki eserlerinde siz böyle bir şey sezinlediniz mi?

Bu soru ve iddialar, son yıllarda Türkiye'nin maalesef ne kadar "etnik problem âşıkı" olduğunun resmidir. (Tabii, kabahat soranda değil - çünkü o vazifesini yapıyor - buna zemin sağlayan sakat zihniyette. Bu etnikçilik tutkusu, inşallah ülkenin başına daha büyük belâlar açmaz.) Ama bu soruyu sorduğunuz için size teşekkür bile etmeliyim; çünkü vereceğimiz cevaplar, bir başka bühtanın yıkılmasına vesile olur belki. İşte cevabı: Nurettin Topçu'nun, hayranlık derecesinde sevip bağlandığı birkaç insan var ki, hepsi de bu "etnik tutkulusu" kafalara bakarsak "farklı etnisiteler"den… Kim bunlar? En başta Türk İstiklâl Şâiri Mehmet Âkif, bir tarafıyla "Arnavut"tur (Topçu'nun anladığına göre ise - bize göre de - Türk kültürünün bu âbide şahsiyeti, aslında Türkiye'deki Türkler'in kâhir ekseriyetinden daha fazla Türk). Âkif, Nurettin Topçu'nun isyan ahlâkçısı olarak model insanı ve "millet mistikleri"nin baş kahramanı - hakkında yazdığı "Mehmet Âkif" kitabı ise cabası-. (Bkz: Topçu'nun " Mehmet Âkif'"i ve "Millet Mistikleri" kitabı) İkincisi, büyük Anayasa hukukçusu, âlim ve fâzıl Ord. Prof. Dr. A. Fuad Başgil, - Ezel Erverdi ve Topçu’nun yeğeni Tunçer Enginertan Bey’lerden öğrendiğimize göre - aslen "Çerkez"dir (Hoca'ya göre - nice ehline göre de - "insanlık âbidesi", Türkçe'yi hârika kullanan en büyük çağdaş Türk hukukçularından birisidir.) Topçu'nun yine millet mistiklerinden saydığı Başgil için kullandığı hüküm şudur: "İnsanlıkla siyasetin el ele vererek zafer kazanmaları tarihte hiç görülmediğinden, Başgil, insanlığın tarihine bir insanlık âbidesi ilâve etmiş oldu. Siyasette kazansa idi, kalbini feda etmiş olacaktı; bunu yapmadı. Kayser'in hakkı olan zulmü, Kayser'e bıraktı, kalbini kendine ayırdı. Allah'ın huzuruna o kalple gitti. Musallâda bizden ona haklarımızın helâl edilmesi istendi. Halbuki bizim onda hiçbir şeyimiz yoktu. Onunsa otuz milyon Türk'ün üzerinde hakkı kalmıştır. Ondan nasıl ve nerede helâllik alacağız? Her Türk bu vebâlin ağırlığını vicdanında duysa yerindedir." (N. Topçu’nun, Başgil’in 1967’de vefatı üzerine yazdığı ve “Millet Mistikleri” kitabına alınan yazıdan…) Soralım şimdi, bu ifadelerden sonra; acaba Topçu'ya göre bu bizim etnikçilik âşıkı sözde "Müslüman Türkler" mi, yoksa Başgil mi daha fazla Türk sayılır?.. (Bu arada hatırlatalım; biz bunları, “kim daha Türk veya değil?..” tartışması bağlamında söylemiyoruz; bu milletin diline, kültürüne ve kaderine bağlanan her kimse, bizce de azizdir.) Üçüncüsü ve en önemlisi, Topçu'nun "Turan'dan birçok millet çıktı" mülâhazasıyla hayli tartışmalara yol açtığı ve Anadolucu milliyetçilerle birlikte "Türkiye Türklüğü"nü "Anadolu Türk Milleti" diye ayrı bir kategoriye oturttuğu bilinirken; Kazanlı, yani aslen Tatar olan Abdülaziz Bekkine’yi manevî önder edinmesini bu açıdan nasıl yorumlamak gerek? (İlâveten, kendisine doçentlik tezi sunduğu ve büyük saygı duyduğu ünlü çağdaş Türk felsefecisi/filozofu Hilmi Ziya Ülken’in de bir yanıyla Kazanlı ve üstelik Abdülaziz Efendi'nin teyzesi oğlu olduğunu, değerli Hocamız Orhan Okay Bey’den öğreniyoruz.) Şimdi ne oluyor? Nurettin Topçu, hikâyelerinde - kökenlerinden dolayı herhalde - etnik düşmanlık yaptığı söylenen Arnavud'u, Çekez'i ve benzerlerini, kendi özel hayatında en önde tutuyor, hatta onlardan bir kısmına hayranlık derecesinde bağlanıyor. Bu bir çelişki değil mi? Hayır. Çünkü etnik bakımdan Arnavut, Çerkez veya Tatar olan, ama kaderlerini bu toplumun kaderleriyle birleştirmiş, alın terini veya zihin çabasını, yani emeğini bu toprağa ve bu toprağın insanına harcamış bu insanlar gerçekte ne olursa olsun, yaban değil Topçu'nun gözünde adamdır, insandır; sosyolojik olarak da "Türk"tür. Çünkü onda insan, kanıyla değil idealleriyle, ahlâkıyla ve isyanıyla ölçülür. Ol sebepten Âkifl'er, Başgil'ler, Bekkine'ler, Ülken'ler, kanıyla (ve meraklıları için kafatasıyla) ne olursa olsun, ruhu, kültürü ve insanlığıyla Türk'tür. Buna karşılık, ayni mantıkla kanı ve (yine meraklıları için) kafatasıyla ne kadar Türk olursa olsun, emeğini, kaderini bu toprağın insanının kaderiyle birleştirmeyen, ruhuyla ve meşgalesiyle tufeyli olan ise "yad"tır (moda deyimle "öteki"dir) "yaban"dır. (1969 “Kanlı Pazar” olayı için ayrı bir yorumu var, ama onu tartışmanı yeri burası değil.) O zaman bu iddiada bulunan her kim ise - ki en son Ahlâk Şûrasında Kenan Alpay, talihsiz tebliğinde bunu savundu - oturup Hikâye ve diğer yazılarını bu açıdan inceleyecek. O zaman Nurettin Topçu'da bu meselenin "etnik" değil "sosyolojik" ve "ahlâkî" bir temele oturduğu açıkça görülecek. Nitekim "Taşralı"nın "Görünmeyen Adam" hikâyesinde, köyün yanına iğreti olarak gelip yerleşen ve emeğiyle kaderini köyün emeği ve kaderine birleştirmeyen kafile, orda kaldığı müddetçe köylüye zarar vermiş, toplanıp giderken de köylünün canına ve namusuna el uzatmış, böylece yaban, "öteki" olduğunu göstermiştir. Keza ayni hikâyede "Arnavut Üzeyir"in de icra ettiği mesleği ve meşrebi ( ahlâksız esnaflığı, hırsızlığı, Ramazan'da hocalık taslayıp komşu köyleri soyması vs.) dolayısiyle "Arnavut"luğu - yabanlığı - anılır olmuştur. Üstelik sonunda Üzeyir, köyün Yaban kafilesiyle birlik olup can ve ırz düşmanlığı yapmıştır. İlginçtir, bu meseleyi Nurettin Topçu'da aşırı bir ırkçılık iddiasıyla (Hece dergisinin 112. sayısında) tartışan ise Laurent Mignon adlı, Türkiye'deki bir vakıf üniversitesinde çalışan Batılı bir akademisyen olmuştur. Ona göre N. Topçu, özellikle Yahudiler hakkındaki fikirleri dolayısiyle "Nazizst, Faşist ve ırkçı"dır. Ama yazdığı makaledeki bütün iddiaları, son yılların en verimli Nurettin Topçu araştırmacılarından bir sayılan Fırat Mollaer tarafından tek tek çürütülmüştür. Mollaer'in sonuç hükmünü burada vermeden geçmeyelim: "Topçu'nun bir ırkçı olduğunu hiçbir kayıt düşmeksizin öne sürebilmek, 'herkes kendi kalbinde olanı görür' (Weber) türünden saf, öznel ve çarpık bir metodolojiye ya da olsa olsa onun ahlâk kuramı hakkında bilgi eksikliğine dayanır.” (Bkz: F. Mollaer, “Nurettin Topçu Janus’u Üzerine”, Anadolu Sosyalizmine Bir Katkı, Dergâh Yay. 2007, İst. - Tabii ki, mülâkatın sınırları bu yazıları tartışmaya manidir. Ama ilgilisine hararetle tavsiye edelim ve şunu da ekleyelim: “Herkes kendi kalbinde olanı görür” sözünün Türkçe deyimi “Kişi, kişinin aynasıdır”; yani L. Mignon, ırkçılığın mucidi olan bir Avrupa çocuğu olarak “Nurettin Topçu’nun aynasında” kendini görmüş olmalı.) Tek kelimeyle Nurettin Topçu, ırkçılık şöyle dursun, aksine ömrü boyunca "ırka dayanmaması gereken", manevî temelleri olan bir milliyetçilik ideali güttü. 22 Ocak 1953'de maalesef DP iktidarının kapattığı ve ardında mânen Nurettin Topçu'nun bulunduğu kabul edilen Milliyetçiler Derneği'nin tüzüğünde dahi millet, "ırkî menşe birliği" olarak değil "tarihî ve içtimaî menşe birliği" olarak tanımlanır. (Ama ne yazık ki, o zamanki "Malatya olayları" sonucu bir kısım Basın'ın baskılarına dayanamayan İktidar bile - kapatma gerekçesi olarak - bu tanımdan "ırkçılık" anlamı çıkarmıştı. Ve ancak yıllar sonradır ki, devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar bu kapatma işini "büyük bir hata" olarak kabul etmişti.)

Batı düşüncesini tanıyan muhafazakâr düşünce adamlarımızda bir ötekileştirme de hissediyoruz. Batıyla muhatap olmak bir şekilde batıdan bulaşarak bizde bir düşmanlaştırma sorunu yaşatmıyor mu? Batıyı yakından tanıyan muhafazakâr aydınların bilinçli bir şekilde batıyı düşman olarak gördüklerini hissediyoruz; siz ne dersiniz? Örnek olarak İsmet Özel ve Necip Fazıl'ı gösteriyoruz. Nurettin Topçu için de bu geçerli mi?

Diğer örnekler için bu ne kadar geçerli, tartışmam; ama Nurettin Topçu için bana göre geçerli değil. Çünkü Topçu'ya göre iki Avrupa (Batı) var. Birisi Türkiye'den gidince onun renkli görünüşüne, teknolojisine, yani parıltısına bakıp aldanan insanımızın gördüğü maddeci Batı ki, ardında sömürgecilik vardır; diğeri de zengin edebiyatı, derin felsefesi, ahlâki ilkeleri ve ilim zihniyetiyle ilk bakışta tanınmayan maneviyatçı Batı. Topçu "Avrupa" makalesinde şöyle söylüyor: "Biz Avrupa'yı yaratmış olan ve hâlâ yaşatmada olan kuvvetleri, biri ruha, öbürü maddeye bağlanan iki esasta topluyoruz. Bunlardan biri, zengin edebiyatıyla kuvvetli metafiziğini Orta Çağ'da hazırlamış olan Hıristiyan ruhçuluğu (spiritüalizm), öbürü Avrup'da 17. asırda başlayan sömürgecilik, yani başka kıtaların ham maddelerini Avrupa'ya kaçırma gayretleriyle beslenerek meydana çıkan büyük sanayidir. Kâh biri kâh diğeri üste çıktı. Hz. İsan'nın Avrupa kıtasında en samimi temsilcisi sayılan Pascal'daki aşk ve iman kuvveti, vicdânî aklı üstün tutan Kant'ın vazife ahlâkı romantizm hareketini yarattığı gibi, yorgun kalplere heyecan ve ateş getiren Rousseau'nun kalp ahlâkı ile tabiat aşkı, hep Hıristiyan ruhunun Avrupa'da yarattığı hareketlerdir. Lâkin kalp ve imanın sesini, yine zaman zaman makine boğmak istemiş ve buna muvaffak olmuştur." Topçu’ya göre, "merhametsiz bir milliyet anlayışı"ndan kaynaklanan maddeci felsefe, önce Avrupa milletlerinin birbirlerine düşmanlığını, sonra da dışarıdaki ülkelerin sömürülmesi sonucunu doğurdu. Ayni felsefe A. Comte'un "müsbet (pozitif) ilimcilik" emelini de arkasına alarak keşif ve icatlar yoluyla Büyük sanayii büyüttükçe büyüttü. Bu da tekrar dönüp sömürgeciliği körükledi. Her türlü barbarlığa ve zulme millî adını veren böylesi bir milliyetçilik, önce kendi içinde 19. yy. Avrupa Savaşlarının, sonra da 20. yüzyılda dışarıya yayılan I. Ve II. Dünya Savaşlarının sebebi oldu. (Bizim Batıcılar'ın talihsizliği, işte bu pozitif ilimlerin yarattığı teknolojiyle göz kamaştıran Batı'yı ve ona bağlı değerleri taklit etmeleridir.) Ona göre, Avrupa kendini yaratmış olan bu iki kuvveti, yani Hıristiyan ruhunu ve sömürgeciliği terk ettiği anda iflâsa mahkûmdur. Topçu'nun kehaneti gerçekleşmek üzeredir; çünkü son iki yüz yıldan beri Hıristiyan ruhunu peyderpey terk eden Avrupa, gerçekten son elli-altmış yıldanberi de terk etmek zorunda kaldığı klasik sömürgeciliğin ardından iflâsa doğru gitmektedir. (Bunu sadece bizdeki AB tutkuluları görmemektedir.) Filozofumuza göre bizi yaratan iki kuvvet ise başka: Mâna olarak bin yıl önce Anadolu’ya gelip Oğuzlara yeni bir ruh veren İslâmiyet ile madde olarak Etiler'den miras kalan ziraat tekniğidir. Soyumuz Asya'dan geldiği gibi, ahlâk ve iktisadımız da Asyalıdır. Bizde inkılâp ve kendimize dönüş hareketi, Hasta Avrupa'nınkinden farklı, kendi ruhumuzdan doğacak yeni bir ahlâk, namuslu bir iktisat ve ruha önem verecek ilimlerin canlandırılmasıdır. Görüldüğü gibi Nurettin Topçu'nun "öteki"leştirdiği (düşman gördüğü) bir materyalist- sömürgeci Avrupa'nın yanında, bir de dost gördüğü, fakatbu gün gitgide yıkılan bir mâneviyatçı Avrupa da var, demek daha doğrudur.  

Nurettin Topçu'nun biraz daha yalnızlaştırılmış biri olduğunu görüyoruz. Ezel Erverdi'nin şahsi muhabbeti de olmasa neredeyse unutulup gidecek gibi bir şeyi de bize hissettiriyor bu durum. Biraz daha esaslı şeyler öneren fikir adamlarımızın büyük bir talihsizliği gibi bu; ne dersiniz?

Birçok büyük insanın başına gelen bir şeydir Nurettin Topçu'nun da başına gelen entellektüel yalnızlık. Zamanlarında az, hatta zor anlaşılır, uzun süre yalnızlığa terk edilirler. Fakat gerçek düşünür ve filozoflar, bir zaman şu veya bu sebepten görmezlikten gelinseler bile bu asla devamlı olmaz. Nurettin Topçu'nun her şeye rağmen - bir anlamda - talihi diyelim isterseniz, Ezel Erverdi gibi onu daha lisede talebesiyken bir değer olarak keşfeden bir insanın bulunmasıdır. Bununla kalmayıp keşfettiği izin peşinde - üstelik yanına kattığı başta İsmail Kara ve Mustafa Kutlu olmak üzere diğer bir grup arkadaşıyla birlikte - sonuna kadar onu takip etmesidir. Ezel Erverdi sayesinde, daha fazla ihmale uğramadan Topçu'nun bütün eserleri (külliyatı) 21 kitap hâlinde toplanmış ve Türk okuyucusunun hizmetine sunulmuştur. (Dergâh Yayınlarına ve yöneticilerine bu anlamda hepimiz şükran borçluyuz.) Lâyıkı veçhiyle anlaşılması ise, bence biraz daha zaman alacak gibi görünüyor. (“Niçin”ini tartışmak ayrı bir konu.) Dileyelim fikrî aydınlık arayışı yüksek gençlerimiz daha çok artsın ve Nurettin Topçu'nun entellektüel yalnızlığı da doğumundan 100 yıl sonra olsun azalsın. (Bu arada haber verelim: Kültür ve Turizm Bakanlığı, Prof. Dr. İsmail Kara'nın editörlüğünde zengin belge ve fotoğraflarla bezeli "Anma ve Armağan Kitaplar Dizisi"nde büyük boy 395 sayfalık bir "Nurettin Topçu" kitabı yayımladı. Oradaki yazılardan birisi de Ezel Erverdi'ye ait: "Bir İzin Peşinde." Önemle tavsiye ederiz.)

Nurettin Topçu ile ünsiyet ve bir şekilde irtibat kurmak isteyen genç kuşaklara nasıl bir yol takip etmelerini önerirsiniz? Nurettin Topçu'yu okumaya ve o kafa seviyesinden bir çıkış üretmeye çalışan genç ya da orta yaşta aydınlara neler söylemek istersiniz?

Ciddi genç ve orta yaşta okuyucular, Nurettin Topçu'yu okumaya "denemeler"inden ("Var Olmak" kitabından) başlayarak, bir program yapmalılar. Felsefî veya fikrî derinlikli kitap meraklıları, onu bir keşfetti mi asla bırakamazlar. Hakkında yapılan kaliteli çalışmaları da koklayarak anlamalı ve onlardan da yararlanmalılar. Özellikle Türkiye'nin her çeşit realitesine (ahlâki zaaflarına, siyasetine, ticaretine, sanatına ve edebiyatına) isyan duygusu taşıyan gençler için harika bir ilâçtır onun kitapları. İsyan Ahlâkı, o ruhların kitabıdır. Zor anlaşılıyorsa – bazı gençlerin yaptığı gibi - 3-4 kişilik okuma grupları oluştursunlar. Ve sürekli soru sorsunlar, tersinden düşünsünler, ona itiraz etsinler. (Nurettin Topçu hayattayken, kendine itiraz edenleri çok severdi.) Bu takdirde mutlaka ünsiyet peyda edeceklerdir.

Bir önceki soruyu özellikle sordum ki; pek çok yerde büyüklerinin ağzına bakan, bir çıkış bulmak isteyen pırıl pırıl bir gençlik yükseliyor; bu gençliğin eline tutuşturacağımız esaslı adamların başında Topçu geliyor. Topçu düşüncesini işaretlemek gerektiğine inanıyoruz. Siz ne dersiniz?

Doğru söze ne denir!... "Büyüklerinin ağzına bakmak"la iş bitmiyor. Bugünkü büyükler, "gerçekten büyük" olsalar, yani Topçu'nun düşündüğü gibi, madde ve servet büyüklüğünü değil, ruh ve mâna büyüklüğünü ideal edinselerdi, Türkiye bugün bu hâlde olmazdı. Böyle düşündüğünüz için sizi tebrik ediyorum!..  


Umut Bulut/www.haberkultur.net

Yazar: Umut Bulut
15-04-10
E mail: haberkultur.net
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
NURETTİN TOPÇU HAKKINDA MÜLÂKAT
Online Kişi: 16
Bu Gün: 337 || Bu Ay: 10.233 || Toplam Ziyaretçi: 2.223.311 || Toplam Tıklanma: 52.191.321