ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : TEFEKKÜR / İNSAN VE TEFEKKÜR
Okunma Sayısı: 2206
Yazar: Ahmet Selim
TÜRK AYDINI HİÇBİR ŞEY YAPMASA DAHA İYİYDİ

Akredite aydınlar


Aydınlar ne iş yapar?

Düşünce üretir.
Düşünce üreterek, geliştirici, açıklayıcı, yönlendirici yorumlarla fikri hayatımıza ve ihtiyacımıza katkılar sunar. Toplum için, birey için, insan için, daha mutlu, daha dengeli, daha başarılı olabilme amacı uğruna "Hak ve Hakikat" sevgisini her şeyin üstünde tutma sorumluluğuyla ve şuuruyla yapar bunu. Aydının görevi gösteri zıpırlıklarıyla uğraşmak değil, budur.

Oturup bir hatırlayalım, gözden geçirelim. 1950'li, 1960'lı, 1970'li yıllarda, (ve öncesinde sonrasında) bizim aydınlarımız ne üretti?

Siyaset, her şeyi belli ölçülerde yansıtan çok cemiyetli ve somut görüntüler veren bir aynadır. O aynaya bakalım:

27 Mayıs 1960 öncesinde; ne söylüyor, ne yazıyor, ne üretiyordu bizim ilimle, sanatla, yorumla uğraşan ünlü aydınlarımız? Tanınmış üniversite hocaları, ödüller alan ve güncele de ışık tutmak "bilgeliğine" sahip bulunduğu kabul edilen edebiyatçılar, birikimli olma payesini taşıyan yorumcular? Neler yazıp neler söylüyorlardı, nasıl bir geleceğin aydınlığını öngörüyorlardı?

27 Mayıs öncesinde, 12 Mart öncesinde, 12 Eylül öncesinde, ne üretmekle meşguldüler? Tersinden bir soru soralım: Hiçbir şey üretmeseydiler, acaba bu toplum çok şey mi kaybederdi?

Kriter, entel modanın "etkinlik" vitrinidir. Onlar duyuldu, okundu. Onları kastediyorum... Mesela bir Sabri Ülgener'i değil. Ali Fuat Başgil'i değil... Entel dantel modanın rating vitrinleri, TV çıkmadan da vardı. Akredite olanlar onlardır! Sahneye çıkmasaydılar, rutin faaliyetle sınırlı kalıp, kendi alanlarının müfredatıyla ilgili görevlerini yerine getirmekle yetinseydiler, acaba bu ülke ne kaybederdi?

Milletin seçtikleri, "aydın" eleştirisi ve muhalefeti olmadan, bundan mahrum kalarak (!), sadece millete hesap vermeyi düşünerek bildikleri gibi çalışsalardı; bugün acaba nasıl bir noktaya gelmiş olurduk? Ekonomimizle, kentimizle köylümüzle, dilimizle edebiyatımızla, üniversitelerimizle, ailemizle, hangi konumda ve durumda yaşıyor olurduk; modacı aydınlar hiçbir şey üretmeselerdi?

27 Mayıs olmazdı; Sıddık Sami, Hüseyin Nail gibi hocaların ismi duyulmazdı. Deniz Gezmiş tanınmazdı. Talat Aydemir bilinmezdi. İlmi irfanımız Akis-Yön-Devrim dergilerinden mahrum kalırdı... 12 Mart-12 Eylül yaşanmazdı... Patlamalarla, çatlamalarla, kırılmalarla, savrulmalarla değil; vakarlı, dengeli, sakin bir yürüyüşle devam ederdik yolumuza... Dilimiz kuş diline dönmezdi, musikimiz şov malzemesi haline gelmezdi; mankencilik kültürü haber sektörünü bile şenlendiremezdi, muvazaa aykırılıklarıyla kolayca prim toplama imkanları oluşmazdı; herhalde daha az hareketli, daha az renkli, daha zor bir hayatımız olurdu!

Müspetlerini yaşamadık ki, cazibesini tasvir edeyim. "Öyle olmasaydı neler olurdu?"yu örnekleyebileyim. Ama hepsi içimde var. "Neler olurdu?"nun hicranlı hasreti "neler olamadı?"nın hüznüyle beraber, yüreğimde, ruhumda, zihnimde, her şeye rağmen umutlu olabilmemizi mümkün kılan bir dinamizm yoğunluğuyla capcanlı duruyor. Onları bize yaşatmadılar ama, bizim onları içimizde yaşatmamızı engellemeye güçleri yetmezdi, yetmiyor, yetmeyecek.

Bir İslam düşünürü "bid'atin güzeli olmaz" der. Gerekçesi şu: "Her bid'at, güzel görünse de, bir doğruyu engeller, düşürür."

Bu çok etkili bir tespittir.

"Bid'at-ı hasene" denir. "Bak ama ne güzel!" dedirtir. Bunu telaffuz ettiği zaman bile, zihnindeki, ruhundaki güzellik kavramı kayba uğrar! "Bak ama ne güzel!" heyecanını sen başka şeyler için duyacaksın; ve yavaş yavaş o heyecanın gerçek konularını unutmaya başlayacaksın... Yavaş yavaş bunlarla yetinmeye, teselli bulmaya alışacaksın. Yaşayamadığını kendi içinde yaşatıp; gücünü, heyecanını, kişiliğini, umudunu besleyebilme dengesinden de yavaş yavaş uzaklaşacaksın. En büyük kayıp budur. Ben "ikame erozyonu" diyorum. Açık zararlar delip geçer; hulul eden zararlar yani "ikame darpları" halinde işleyen zararlar ise, sizi "kendi kendinize zarar verme" iptilasına sürükler. O aydınlar bunun farkında değil. Farkında olsalardı kendilerine verdikleri zararı kabullenmezlerdi. Esasen bu gafletleri, kendilerine verdikleri zararın tabii sonucudur.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

NOT: Vurgular bize âittir.

Yazar: Ahmet Selim
31-01-10
E mail: Mail Adresi Yok
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
TÜRK AYDINI HİÇBİR ŞEY YAPMASA DAHA İYİYDİ
Online Kişi: 23
Bu Gün: 112 || Bu Ay: 1.060 || Toplam Ziyaretçi: 2.227.156 || Toplam Tıklanma: 52.224.118