ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : SANAT / DÜNYA BİR OYUN- Sinema
Okunma Sayısı: 2655
Yazar: Harun Tokak
TÜRKAN ŞORAY'IN NAMAZDA GÖZYAŞLARI

(...)

Ardından, giyimi, kuşamı, duruşu ve etkileyici konuşmaları ile, milyonları peşinden sürükleyen efsâne kadın Şûle Yüksel Şenler'in Huzur Sokağı.

Sonra daTarık Buğra'nın “Küçük Ağa'sı, arka arkaya geldi.

Millî kültürümüze ait bu ilk romanlar, benim gibi kırsal kesim çocuklarının kültür kimliğinin oluşmasında son derece etkili olmuş, binlerce genci âraftan kurtarmıştı.

Yürümek zorunda olduğumuz yollarda karanlığa yakılmış ışık gibiydiler.

Huzur Sokağı romanındaki Bilal ve Feyzâ, çağımızın Leylâ ile Mecnun'u gibiydi.

Onu okuyan genç kızlarımızın amacı, sadece Feyzâ gibi idealist bir kadın olmak değildi ; aynı zamanda Bilâl gibi idealist bir genç arıyorlardı.

Delikanlılar ise hem Bilâl gibi dindar ve idealist bir genç olmak istiyor hem de Feyzâ'nın şahsında hayallerindeki Leylâ'nın peşinden koşuyorlardı.

1970'de Huzur Sokağı , “Birleşen Yollar” adıyla beyaz perdeye aktarıldı. Dindar kesim sinemalara koştu.

O yıllarda, şimdiki gibi, Kurtlar Vadisi'ndeki Ömer Baba ya da Ekmek Teknesi'ndeki Nusret Baba gibi dindar ve bilge insanları sinemada görmek imkansızdı.

Türk sinemasının din ve dindarla problemi vardı. Sinema tam da beslenebileceği kökleri kurutacak kadar ideolojikti.

Birleşen Yollar'la, dindar kesimin sinemayla yolları birleşmiş, küskün yıllar geride kalmıştı. Hasılı Türk Sineması birkaç gün önce sessiz sedasız Hakk'a yürüyen Yücel Çakmaklı'nın Birleşen Yolları'yla yeni bir dönme girmiş ve millî sinema günleri başlamıştı.

Birleşen Yollar'ın bende zamanla gençliğime dair bir nostaljiye dönen hâtırası yıllar sonra bir gün filmin perde arkasını öğrenmemle tamamlanmıştır.

Bir gece televizyonu açtığımda ekranda konuşan, Şûle Yüksel Şenler'dir…

“Birleşen Yollar”daki namaz sahnesini anlatıyor:

“Çekim sırasında da Türkan Şoray'la birlikteyiz. Duygularında da çok güzel gelişmeler oldu. Fakat bunların doruk noktası namaz sahnesindeydi;

Feyzâ'nın hidâyet sahnesi...

Ellerimle örttüm başını, namazı nasıl kılacağını tarif ettim. Bir hayli çalıştıktan sonra namaz sahnesi çekimi başladı.

Seccâdesini seriyor ve namaz kılıyor... Büyük bir ahşap konakta çekiliyordu film. Tam Tahiyyat'a oturduğu sırada kamerada bozukluk oldu. Rejisör;

'Hiç yerinizden kıpırdamayın, hemen devam edeceğiz'dedi.

Ortada sessizlik...

Türkan Hanım, namazı bıraktı; yan olarak oturdu.

Öyle bir alem içinde ki... Etrafında kimseyi görmüyor;

'Şûle Hanım, Şûle Hanım...Nerdesiniz?' dedi.

Hani âmâ bir insan el yordamıyla oturacağı yeri arar ya aynen öyle. Türkan Hanım bir şey mi oldu dedim. Baktım siyah gözlerinde yaşlar irileşmişti.


'Şûle Hanım namazın rol icabı olanı insanı bu kadar etkilerse ya…'

Sözlerinin sonunu getiremedi,

'Size yapamam, diyordum ama nasıl olacak bu? Bu hâlimle nasıl namaz kılacağım'

Birden fenâlaştı ve;


'Şûle Hanım çok rica ediyorum. Herkes dışarı çıksın'

Hepimiz dışarı çıkıp kapıyı kapattık. Gazeteciler de yanımızda, herkes ne olacağını merak ediyor.

İçerden,önce yavaş yavaş hıçkırık sesleri…. Daha sonra; .

“Anneeeem!..'diye bir feryat. Koca konak inledi.

'Annem, önümde bu nurlu yollar varken, ... mahşerde iki elim yakandadır annem...'

Hıçkırıyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyor. Düşünebiliyor musunuz ? Herkes hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Bir müddet sessizlikten sonra kapı açıldı. Gözleri şiş şiş...

'Türkan Hanım, isterseniz gelin, bir saat dinlenin, sonra devam ederiz 'dediler.

'Hayır, lütfen, devam edemeyeceğim. Ben birazdan giyinip geliyorum.'dedi ve içeri girdi. Çıkarken, daha önce hacdan gelip ona hediye ettiğim büyük şalı başına örtmüş, dolamış, yanıma geldi.

Yalvaran gözlerle karşımda durup :

'Şûle Hanım, bakın, rica ediyorum, bugün hiç değilse karşıya geçene kadar beraber olalım.' Ellerimden tutarak;

'Şule Hanım, size yalvarıyorum, hiç değilse Karaköy'e kadar...'

“Tamam” dedim ve arabaya bindik. Başını sağ omzuma koydu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Ellerimi tutarak;”

“ Şûle Hanım, biliyor musunuz ne kadar duyguluyum. Aslında Feyzâ benim… Feyzâ benim, ancak sesimi hiçbir yere duyuramıyorum, duyuramam da...”

Gönüllerde yer eden insanların, yüreklerinden kopup gelen bir sesleri olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu hâtıra da bu düşüncemi destekliyor. İster istemez düşünüyorum, gökkubbenin altında en dokunaklı, en içli ve en etkili ses, insan sesidir.

İnsanın kendi sesi…

Öyle ki her zaman hançereden çıkmaz, her zaman fonetik değildir ve en çok da o zaman ulaşır kendine ve diğerlerine.

O zaman sadâlaşır, o zaman gür ormanların uğultusu gibi sayhalaşır ve o zaman gökkubbede bakileşir.

Tıpkı tabutunu başbakanların taşıdığı, büyük usta Yücel Çakmaklı'nın sessizce aramızdan ayrılmasına rağmen, geride hoş bir sadâ bırakan “çok sesli ölümü” gibi.


Yazının tamamı için tıklayınız.


Yazar: Harun Tokak
30-08-09
E mail: Mail Adresi Yok
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
TÜRKAN ŞORAY'IN NAMAZDA GÖZYAŞLARI
Online Kişi: 12
Bu Gün: 302 || Bu Ay: 10.549 || Toplam Ziyaretçi: 2.224.050 || Toplam Tıklanma: 52.196.504