ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / ÎMAN VE İSLÂM
Okunma Sayısı: 2221
Yazar: Faruk Beşer
FIKIH, HUKUK VE TASAVVUF

FIKIH, HUKUK VE TASAVVUFDedik ki, İslam'ın sabite/değişmez ahkâmı, akide ve ibadetlerdir. Akla hitap eden yönleri de dâhil, bütünüyle Kur'an-ı Kerim de sabitedir. Akide ve ibadetler aklın alanı olmadıkları için bu konularda zamana ve zemine göre yeni içtihatlarla yeni şeyler getirilemez. Çünkü içtihat da ağırlıklı olarak aklî bir eylemdir ve ancak bunları daha iyi anlama konusunda gösterilen çaba manasında içtihat olabilir.

Ama hayatın akışına, bilimlerin, teknolojilerin gelişmesine, yeni araçlar ve gereçler üretmesine paralel olarak fıkıh da yeni şeyler söylemek zorundadır. Hayatı sürekli akan bir ırmak gibi düşünürsek fıkıh onun mecrasını, nereden akması, nereden akmaması gerektiğini belirlemekle görevlidir. Eğer fıkıh hayatın önünden gidemezse, bugün olduğu gibi, akıntıyı başka güçler belirler, fıkıh da bu akıntının arkada bıraktıklarını değerlendirmek, şu olmamalıydı, şu şöyle olmalıydı diye konuşup durmak zorunda kalır. Elbette fıkhın önde gidebilmesi de devletinin ve gücünün varlığına bağlıdır.

Bugün fıkıh öğrenmenin ya da fakih olmanın zorluğu da buradan geliyor. Çünkü fıkıh sosyolojinin üstlendiği görevi de bünyesinde barındıran bir disiplindir. Topluma bakar, yanlış eğilimleri ve iyi sonuç veren davranışları izler ve ona göre yeni hükümler koyar. Oysa bugün bizim yaşadığımız toplum temel dinamikleriyle bir İslam toplumu değildir. Bugün fakihin, hangi fıkhî içtihadın nasıl bir sonuç vereceğini görme ve bilme şansı yoktur. Bu sebeple de bizler toplumu düzenleyecek fıkhî içtihatlar yerine, belki de uygulama şansı hiç kalmamış görüşleri ezberler ve kendimizi fakih sanabiliriz.

Bugün mer'i hukuk okuyan bir hukukçunun seküler hukuku anlamasıyla bir “İslam Hukukçusu”nun fıkhı anlaması arasında çok fark vardır. Birincisi hayatta mevcut olup, öyle ya da böyle toplumu düzenleyen bir sistemi, ikincisi ise şimdilik hayali bir içtihatlar bütününü ezberleme durumundadır. Bu sebeple biz hep şunu söyleriz: Dindar bir hukuk fakültesi hocasının İslam hukukunda içtihatlar yapabilmesi, ilahiyattaki bir fıkıhçının müçtehit olmasından çok daha kolaydır. Bunu İslam iktisadı için de söyleyebilirsiniz.

Başa dönersek, fıkıh denen bilgi, mükellef/yükümlü olan insanın iradeli bütün eylemlerini konu edinir ve meşruiyet sınırlarını çizer. Bu görev fakihlere Allah'ın yüklediği bir görevdir:

“Meseleyi Peygamber'e ya da kendilerinden olan Ulü'l-emre götürselerdi elbette onların istinbat gücüne sahip olan ince anlayışlıları onu bileceklerdi” (4/83).

'İnce anlayış' diye çevirdiğimiz istinbat kavramı, zor ve maharet isteyen bir çıkarsama gücü demektir. Bu sebeple içtihada da istinbat denir. Kavram kuyu kazılırken ilk ulaşılan su sızıntısı anlamındaki nebat kökünden gelir. Ayet-i kerime Kuranı Kerim'in zahir anlamının ötesinde ancak böyle bir kavrama gücü olanların anlayabileceği ince işaretlerinin de bulunduğunu gösterir.

Ulü'l-emr ise, emrin sahipleri demektir. Emr kelimesi iki anlama gelir: 1.Birisinden bir şey yapmasını istemek, ona emretmek, 2.İmaret yani emirlik ya da yönetme. Buna göre ulü'l-emr emretme yetkisini, dolayısıyla da yönetimi elinde bulunduranlar, kısaca yönetenler demek olur. Ancak ümmeti yönetme ve doğru emirler verme, onun maslahatına olan şeyleri ve uygulamaları bilmeyi gerektirdiği için âlim olmayan yöneticiler gerçek anlamda ulü'l-emr olamazlar. Bu sebeple asıl ve tartışmasız ulü'l-emr, âlim olan yöneticilerdir. Yönetenler kendilerinde bu iki vasfı birlikte bulunduramazlarsa o zaman emrin sahibi/ulü'l-emr olma bakımından âlimler öne geçmiş olurlar.

Fıkıh, toplumdaki görevini yerine getiremezse, hayat boşluk kabul etmeyeceği için onun yerini başka şeyler, mesela tarikatlar doldurur. Aslında fıkıh işin hukuki boyutu, tasavvuf da ahlaki boyutu olarak görülebilir. O halde ne ahlaksız bir hukuk, ne de hukuksuz bir ahlak İslam olamaz. Bu durumu anlatmak üzere eskiler şöyle bir tekerleme naklederler: “Tasavvuf yaşamayan fakih fasıklaşır. Fıkıh bilmeyen sufî ise zındıklaşır”. Bu sözü İmam Malik'e (v.179 H) nispet etseler de bunun bir senedi yoktur, ama bu nispet sözün çok eski bir kabul olduğuna da işaret eder. Elbette buradaki tasavvuf da, bugün sanıldığı gibi, fakihin bir tarikatının bulunması demek değildir, Gazalînin dediği gibi zühdü, takvayı ve vera'ı yaşamasıdır.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Faruk Beşer
17-04-15
E mail: yenisafak.com.tr
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
FIKIH, HUKUK VE TASAVVUF
Online Kişi: 13
Bu Gün: 588 || Bu Ay: 9.192 || Toplam Ziyaretçi: 2.200.779 || Toplam Tıklanma: 51.939.718