ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / ÎMAN VE İSLÂM
Okunma Sayısı: 2146
Yazar: Ebubekir Sifil
SÜNNÎLİK OLMUYOR, İ'TİZAL VERELİM! BİZDE FIRKA ÇOK

RECM MESELESİNDE SİBEL ERASLAN'A REDDİYE( "RECM MESELESİ" hakkında Sibel Eraslan'a Reddiye)

Aslında bu başlık, içerdiği genellemeci ima sebebiyle Mu'tezile'ye haksızlık etmektedir. Evet, Mu'tezile arasında tevatürü, ya imkânı veya ilim ifade edip etmemesi cihetinden tartışma konusu yapanlar olmuştur; ancak tevatürle sabit ahkâmın inkârını Mu'tezile'nin tamamının tavrı olarak takdim etmek kesinlikle yanlıştır....

Şurası şüphe götürmez bir gerçektir ki, tevatürün inkârı Mu'tezile'den çok Haricîler'in genel tavrıdır. Ancak günümüzde tevatürle problemi olanlar, düşünce tarzı bakımından Mu'tezile'yi çağrıştıran bir tutum içinde olduklarından, bu alandaki paralellik genellikle onlarla Mu'tezile arasında kurulur…

Recm cezasının aslında İslam'da mevcut olmayıp, kaynaklara –hatta belki hadisler arasına?!– sonradan sokuşturulduğu iddiasının gerçeklik değerini konuşmanın ilk şartı, bu meseleyi tartışma konusu yapanların ruh halini konuşmaktır. Meselenin Kur'an'da geçip geçmemesi, ya da ilgili hükmün "keçinin yediği" yahut "unutulduğu" nakledilen bir metinden başka dayanağının bulunmadığı iddiası aslında işin sadece "sosu"dur. Bu konu nasıl bir ruh hali ve nasıl bir zihin durumu ile gündeme getiriliyor, önce ona bakmak gerekir.

Örnek olarak Sibel Eraslan'ın konuyu yeniden gündem eden yazısından birkaç pasaj alalım:

"İnfazın bir cellât tarafından yerine getirilmesi bile felsefi ve psikolojik anlamda bu kadar sorunluyken, infazı toplumun gerçek kişilerine, kalabalığa yaptırtmak nasıl sorunlu olmaz? İnfazı seyredenler de dâhil, bundan sonrasında nasıl bir hayat süreceklerdir? Nasıl uyuyup, nasıl bir rüya görmeyi bekliyorlar? Mesela nasıl döndüler evlerine (…) babalar? Sonra nasıl yemek yediler, karılarının yüzlerinde neyi görüp, okşayacakları çocuk başlarında neye sürtündü avuçları? Bilmiyoruz...

"İnsanları sevmek"; ucuzlatılmış, korsanlarca yağma edilmiş bir tabir, biliyorum. Ama adalet ve hukuka saygının hizmet ettiği temel ide, nihai gaye de işte bu sevgidir... Merhamete inkılab edememiş bir adalet, henüz kariyerini tamamlamamış bir adalettir... Toydur. İşitmesi ve konuşması zayıftır, merhamet yoksunu adaletin... Hakkaniyet idesi gütmeyen adaletin, kesici bir alet edevattan farkı kalmaz. Oysa Adalet, testere değildir. İşte bu yüzden bizlerin, hepimizin cesur olması gerekiyor belki de... Toplum olarak topyekûn cellada dönüşmeden evvel, haksızlığın karşısında susmamak... Dilsiz ve sağır bir taştan farkımız olduğunu ispat edebilmek için, cesaret ve sevgi gerekiyor..."[1]

Sibel hanımın yukarıda alıntıladığım sözlerinin ilk paragrafında, yazının recm cezası hakkında kaleme alındığını tasrih eden bir ifade vardı. Onu hazf etmek için yerine parantez içi üç nokta koydum.

Recm gibi –kendi ifadesiyle– "belalı" (!) bir konuya dair bulunduğu için yazının bütünü içinde çok aykırı durmuyor bu satırlar. Çünkü "insanlık dışı"(!) bir ceza olan recmin Kur'an'da nassen yer almaması sebebiyle, Sünnet konusunda beyni modernite tarafından "dezenfekte edilmiş" insanlarda zaten mevcut bir peşin hüküm var. Ancak aynı satırlar mesela hırsızın elinin kesilmesini yahut zina eden (bekâr) kimselere 100 sopa vurulmasını öngören Kur'an ayetlerinin "gayri insanîliğini" (!) ortaya koyma amacına hizmet için de sevk edilebilir pekala. Aynı "merhamet" dolu duygusal söylemi o cezanın infazı ve infaz görevlisi hakkında da rahatlıkla kullanıma sokabilirsiniz. Oysa Kur'an, 100 değnek cezasını uygularken "mücrimlere acıyacağınız tutmasın; mü'minlerden bir grup da bu infaza şahitlik etsin" buyuruyor. [2] Ne yapacağız şimdi?..

Tehlikeli olan bu ruh halidir. Muhtevasını Kur'an Ve Sünnet'in belirlemediği "merhamet", "sevgi", "adalet"… gibi büyülü kelimelerin hukukî sahada neyi nereye kadar belirleme gücüne sahip olması gerektiğini kim nasıl tayin edecektir? Hangi ceza türleri bu sözcüklerin kapsama alanında görülmeli ve hangileri bu şişirilmiş alanın dışında bırakılmalıdır?..

Acaba Sahabe, herhangi bir hüküm hakkında "Bu ağır bir hüküm ey Allah'ın Elçisi; sevgi, merhamet ve insanlık anlayışıyla bağdaşmaz" gibi bir itirazda bulunmuş mudur? Böyle bir örnek hatırlayan var mı?..

Sibel hanımı birileri bir yerlere gömdü mü, ya da bu meseleyi yazdığı/konuştuğu için alnına taş değdi mi? Hâlâ "kaleminin zayıf kaldığı" meselelere dalıp çıktığına göre böyle bir şey olmamıştır. Bugüne kadar recm meselesini ya da tevatürle sabit olmuş bir başka hususu tartışma konusu yapanları kim taşladı ya da bir yerlere gömdü ki, Sibel hanım da "gömülme/taş yeme" edebiyatı yaparak sanal bir "zulüm" jargonu üzerinden gayri meşru tavrına meşruiyet devşirmeye gayret gösteriyor?

Bu ülkede İslam ahkâmı yürürlükte olmadığına ve Sibel hanımın ve onun gibi düşünen ilahiyat profesörlerinin, yazar-çizerlerin "mer'î mevzuat"la çatışmak gibi bir endişe taşımaları söz konusu olmadığına, hatta hatta recm de dahil olmak üzere "çağdaş" değer yargıları ve kabullerle örtüşmeyen itikadî ve amelî ahkâma "recmen bil gayb" saldırmak hayli prim yaptığı mücerreb bir moda olduğuna göre, bu mağdurluk/mazlumluk söyleminin gerçeklik değeri, anlamı ve maksadı ne ola ki?

Recm bahsinde hükmün Sünnet'le sabit olmasını meselenin "zayıf noktası" zannedip oraya abanmak, ne yaptığını bilen bir müslüman için "dinî bir tutum" olarak ne kadar mümkündür?

Böyle bir "imkân"dan ancak bir şekilde bahsedebiliriz: İlgili sünneti bize nakledenlerin güvenilirliği (zabtı ve itkanı), hatta "müslümanlığı" söz götürür olursa! Nitekim Haricîler bu konuda inkâr cihetinde saf tutanlar içinde en tutarlı davranışı sergileyenlerdir. Onlara göre "Hakem olayı"nda hakemler, onları hakem olarak tayin edenler, onların verdiği hükme razı olanlar, hatta sessiz kalanlar "mü'min" sıfatını kaybetmiştir. Sadece onlar da değil, onları tekfir etmeyenler de onlarla aynı safa düşmüştür! Bu bir bakıma "Haricî olmayan herkes kâfirdir" demektir! Kâfirlerin de sözlerine güvenilmez, rivayetlerine itimat ve itibar edilmez!

Haricîler bu değerlendirme tarzının sonucu olarak, Sünnet'le sabit ahkâmın hemen tamamını inkâr ve reddetmişlerdir. Dinî açıdan son derece ciddi ve onulmaz arızalara yol açan bu tavır, itiraf edelim ki, kendi içinde tutarlıdır! Yani Haricîlik için, tekfir ettiği kimselerin rivayetlerinden bir kısmını alırken, diğer bir kısmını reddetme tutarsızlığına düşmek söz konusu değildir.

Bu, en azından, Modernitenin iğdiş ettiği beyinlerin ifrazatıyla yeni bir din tasavvuru peşinde olanlara kıyasen böyledir. Batılı tasallutun İslam coğrafyasına hediyesi olan bu nev-zuhur taife, modern çağın –birileri "İslam budur" dediği için İslam diye vehmettiği– değer yargıları ve değerlendirme tarzları ile çatıştığını düşündüğü Sünnet temelli hüküm ve inançları reddederken, "Bunlar Kur'an'da yok" söylemini kullanıyor. Oysa o "tatlı su Müslümanlığı"nı yaşarken, farkında olarak veya olmayarak Kur'an'da yer almayan nice hükmü İslam adına kabullenip onaylamakta ve hayatına aktarmaktadır!

Örnek mi? 4/en-Nisâ, 23-24. ayetlerde kimlerle evlenilebileceği detaylı olarak açıklanıp, sonunda da "Bunların dışındakiler size helal kılındı" buyurulduğu halde, Sünnet, kadının, halası ve teyzesi üzerine nikâhlanamayacağını hükme bağlayarak Kur'an'ın "bunlar dışındakiler" diyerek serbest bıraktığı alana bir çerçeve (tahsis) getirmiştir.

Keza aynı yerde, evlenilmesi yasak olanlar arasında "sizi emziren süt anneleriniz ve süt kardeşleriniz" buyurulduğu halde Sünnet, süt akrabalığını nesep akrabalığına denk tutmuş, yani "Bunların dışındakiler size helal kılındı" buyruğuna rağmen süt akrabalığıyla ilgili Kur'anî hükmün kapsamını da genişletmiştir.

Aynı şekilde Kur'an'da geçmediği halde "Cuma namazı", "Vitir namazı" gibi namazlar da Sünnet tarafından teşri kılınmıştır. Evcil eşeğin, tırnaklı yırtıcıların… etinin haramlığı, şuf'a ve müsâkât ahkâmı için de aynı durum söz konusudur. Hatta bütün bunların ötesinde İslam Medeniyeti'ne karakterini veren "vakıf" müessesesi dahi resen Sünnet tarafından teşri kılınmış, bütün ahkâmı da yine Sünnet tarafından belirlenmiştir.

Recmin ya da bir başka hükmün "Kur'an'da yer almıyor" gerekçesiyle reddedilmesi normal, hatta "gerekli" ise, beyni modernize olmuş Müslümanların Sünnet tarafından teşri kılınan bu ve benzeri hükümleri hayatlarından derhal atması gerekir. Dürüstlüğün, samimiyetin ve tutarlılığın gereği budur. Oysa böyle olmadığını hepimiz biliyoruz.

O halde mesele recm olunca koparılan bunca gürültünün, recm hükmünün Kur'an'da yer almamasına dayandırılması, itiraf edelim ki dürüstçe bir davranış değildir. Bu, nefsimizin kabullenemediği, modern değerlendirme ölçütleri ve hukuk/ceza anlayışıyla çatışma arz eden bir hükmün "Kur'an'da yok" bahanesinin arkasına sığınılarak reddedilmesinden başka bir şey değildir.

Oysa Müslüman, yani "teslim olmuş insan" için önemli olan, herhangi bir hükmün sübjektif değerlendirme kriterlerine uygun olup olmadığı değil, "sabit" olup olmadığıdır. Bir diğer söyleyişle, herhangi bir hükmün kabulü ya da reddi, nefsimize, alışkanlıklarımıza, tarihten tarihe ve coğrafyadan coğrafyaya değişen değer yargılarına uygun olup olmadığına değil, İslam dininin temel kaynaklarında yer alıp almadığına mütevakkıftır. Bu itibarla herhangi bir hüküm Kur'an'da veya Sünnet'te mevcut ise, onun insanî, adil ya da merhamete uygun olup olmadığının tartışmasını yapmak müslümanca bir davranış değildir.

Kaldı ki, ahkâmın sübutunu değil, "insanîliğini" (!) merkez almaya başladığınızda siz recmi reddedersiniz, bir başkası "kol kesme"yi önünüze koyar, öteki "kısas"ı karşınıza diker, bir diğeri kadınla ilgili "problemli" hükümleri, beriki "kölelik ve cariyelik"le ilgili ahkâmı… Ve siz sürekli bir "savunma" psikolojisi içinde müslümanlığınızı esnetmekten başka bir şey yapamazsınız. Kur'an ve Sünnet'le sabit hükümlerden "kurtulma" psikolojisinin varacağı nihai nokta ise örtülü ya da açık "irtidat"tan başkası değildir.

Asrın önde gelen ilim adamlarından Pakistanlı Muhammed Takî el-Osmânî, Sahîhu Müslim şerhi Fethu'l-Mülhim'e yazdığı son derece kıymetli tekmilede recm rivayetlerini nakleden sahabîlerin isimlerini ve rivayetleri aktaran kaynakları ihtiva eden bir çalışma yapmış ve tablo halinde vermiştir.[3] Buna göre recm rivayetleri, aralarında dört halife, Hz. Aişe, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer, Übeyy b. Ka'b, Zeyd b. Sâbit, Mu'âz b. Cebel, Câbir b. Abdillah… gibi dirayet ve fekahetiyle öne çıkan isimlerin de bulunduğu tam 52 sahabî (Allah hepsinden razı olsun) tarafından nakledilmiştir. Söz konusu tabloda açıkça görüleceği gibi, başta Kütüb-i Sitte musannıfları olmak üzere İmam Ahmed b. Hanbel de dahil olmak üzere recm rivayetlerini nakletmeyen Hadis kaynağı neredeyse mevcut değildir.

el-Osmânî, bu çalışmasının bütün Hadis kaynaklarını ihata etmediğini ve daha geniş çaplı bir araştırmayla recm rivayetini nakleden daha fazla sahabî tesbit edilebileceğini belirtmektedir. (Bu yazıyı yazarken el-Muvatta'da Abdullah b. Ebî Müleyke (r.a)'ın da recm rivayetini naklettiğini tesbit ettim ki, el-Osmânî'nin çıkardığı tabloda adı geçmemektedir. Araştırıldığında daha fazla sahabî ismi tesbit edileceği açıktır.)

Bu araştırmada dikkat çeken husus, İmam Ahmed b. Hanbel dışında müçtehid imamlara ait herhangi bir kaynağın kullanılmamış olmasıdır. İmam Mâlik'in el-Muvatta'ı[4], İmam Ebû Yusuf'un Kitâbu'l-Âsâr'ı[5], İmam Muhammed'in el-Muvatta'ı[6] ve İmam eş-Şâfi'î'nin el-Müsned[7] ve el-Ümm'ü[8] de recm rivayetlerinin nakledildiği eserler arasındadır.

Mesele sadece Efendimiz (s.a.v)'in recm konusundaki hadis ve uygulamalarının naklinden ibaret de değildir. Abdürrezzâk ve İbn Ebî Şeybe'nin el-Musannef'leri ve İbn Abdilberr'in el-İstizkâr'ı gibi Sahabe ve Tabiun'un kavil ve uygulamalarının nakledildiği eserlerde konunun her vesileyle gündeme geldiğini görmek şaşırtıcı değildir. Recm hangi durumlarda, kimlere ve kimler tarafından uygulanır… gibi meseleler Sahabe, Tabiun ve sonraki kuşakların fakihleri tarafından da en ince detaylarına kadar ele alınmıştır. Yani namaz, oruç, alış-veriş, nikâh-talâk… gibi ahkâm nasıl ele alınmışsa recm meselesi de öyle ele alınmış ve incelenmiştir.

Yani üzerinde icma edilmiş meselelerden olan recmi[9] tartışmak modern zamanlara gelene kadar ne hikmetse hiçbir müslümanın aklına gelmemiştir! Buradaki "icma" kavramına bakarak recmin sadece Ehl-i Sünnet alimler arasında ittifak konusu olduğu düşünülmemelidir. Şia[10] ve Mu'tezile[11] de dahil olmak üzere bid'at fırkalar da bu meselede Ehl-i Sünnet'ten farklı bir tutum içinde olmamıştır. Tek istisna Haricîler'dir. Onların meseleye hangi noktada şaşı baktığını bu yazı serisinin ikincisinde belirtmiştim.

Recmin İslam dışı bir uygulama olduğunu söyleyebilmek için şu noktalardan birisini ileri sürmek gerekir:

1. Recm hükmünün dayanağını teşkil eden hadisler uydurulmuştur.

Bu iddiayı benimsemekle, elimizdeki Hadis ve Fıkıh kaynaklarının içindeki rivayet ve hükümlerin büyük çoğunluğunun "gayri İslamî" olduğunu söylemek arasında hiçbir fark yoktur. Bu ümmetin Sünnîsiyle bid'îsiyle (Hariciler dışındaki) ezici çoğunluğunun, 50'den fazla sahabînin adını kullanarak Efendimiz (s.a.v)'e yalan isnad etmek gibi bir cürmü işlemekte söz birliği edebileceğini düşünen kimse ya aklını peynir ekmekle yemiştir, ya da acemi bir hokkabazdır!

2. Efendimiz (s.a.v) recm hükmünü uygulamıştır. Ancak bunu ilgili Kur'an ayetinin (24/en-Nûr, 2) nüzulünden önce yapmıştır; yani bu hüküm Kur'an ile nesh edilmiştir.

Bu da vehamette diğer ihtimalden geri değildir. Esasen recm hükmünün mensuh olduğuna dair –bırakalım delili– "karine" dahi olsaydı, bu ümmetin alimleri onu gündeme getirip tartışmaktan geri durmazdı. Görüşü itibara alınan bir tek ferdin dahi 1300 küsür yıllık koca bir zaman dilimi içinde böyle bir ihtimalden söz etmemiş olmasının önemi yoksa, modern zamanlarda peydah olmuş nesebi gayri sahih bir fikrin hiç önemi yoktur!

Konu hakkında şu ihtimaller de gündeme getirilebilir:

1. Recm hadisleri uydurulmamıştır; ancak haber-i vahid hükmünde olup kesinlik ifade etmezler. Nitekim Usulcüler arasında recm hadislerinin mütevatir olmadığını söyleyenler vardır. Dolayısıyla bu rivayetlere dayanarak bir insanın hayatına kıyılamaz.

Bu ihtimal hakkında söylenebilecek olan –kısaca– şudur: Evet, Usulcüler arasında recm hadislerinin mütevatir olmadığı görüşünde olanlar vardır. el-Pezdevî[12] ve es-Serahsî[13] bunlardandır. Onlara göre recm rivayetleri "mütevatir" değil, "meşhur"dur. Yani bu rivayetleri ilk kuşakta nakledenlerin (sahabî ravilerin) adedi tevatür seviyesine ulaşmamıştır. Ancak onların, recm hadislerinin mütevatir değil, meşhur olduğunu söylemiş olması, recm rivayetleriyle amel edilemeyeceği görüşünde olduklarını göstermez. Tam aksine onlar, meşhur hadislerin Kur'an'da yer alan bir hükme ziyade hüküm getirebileceğini ve Kur'an'da umumî ifadelerle yer alan hükümlerin çerçevesini daraltabileceğini (tahsis) söylemişlerdir. Recm rivayetleri de bu özelliktedir ve Kur'an'da zinanın cezası olarak zikredilen "celde"yi bekâr zanilere tahsis etmiştir. Dolayısıyla mezkûr alimlerin adını zikrederek recm rivayetlerinin güvenilirliğine ilişmeye çalışmak, en azından "istismar"dır!

Keza -mesela- el-Âmidî gibi usulcülerin recm rivayetlerini "haber-i vahid" olarak gördüğünü[14] ileriye sürerek de recm rivayetlerine güvenilemeyeceği davası delillendirilemez. Zira bu usulcüler, hadisleri -Hanefî usulcüler gibi- "mütevatir-meşhur-ahad" olarak üçe değil, "mütevatir-ahad" olarak ikiye ayırırlar. Dolayısıyla Hanefîler'in "meşhur" dediği rivayetler onların "ahad" dediği kategori içinde yer alır. Onların, ahad haberler arasında kesin ilim ifade edenlerin mevcut olduğunu söylemesinin[15] izahı da burada yatmaktadır. Bu itibarla onlar, recm rivayetlerinin güvenilmez olduğunu söylemek gibi bir garabet işlemekten uzak olmuşlardır…

Bu noktada altını çizmemiz gereken önemli bir nokta daha var: Recm rivayetlerinin haber-i vahid olduğu düşüncesi, Mu'tezile'den dahi onay alamamıştır. Mu'tezilî Ebu'l-Hüseyin el-Basrî, recm örneğini vererek ilgili Kur'an ayetinin Sünnet'le nesh edildiğini söyler.[16]

2. Recm hakkında ileri sürülebilecek bir diğer ihtimal de, bu uygulamanın bağlayıcı olmadığı, Efendimiz (s.a.v)'in onu "devlet başkanı" sıfatıyla icra ettiği, dolayısıyla devlet başkanının, gerek gördüğü zaman bu uygulamayı yürürlükten kaldırabileceği şeklindedir.

Bu çıkarsamanın doğru olup olmadığını anlamanın en kestirme yolu, meseleyi Sahabe'nin nasıl anladığına, özellikle de ilk dört halifenin uygulamalarına bakmaktır. Şayet Sahabe arasında recmin inisiyatife bağlı bir uygulama olduğu ve yürürlükten kaldırılabileceği görüşünü haklı çıkaracak bir tutum sergileyen olmuşsa bunun mutlaka nakledilmiş olması gerekir.

Ancak ortada ne böyle bir tutum, ne de böyle bir nakil var. Bu tarz delilsiz, karinesiz, temelsiz yaklaşımlar esas alınacak olursa ortada Sünnet diye bir şey kalmaz. "Efendimiz şu uygulamayı falanca sıfatla yapmıştır, dolayısıyla bağlayıcı değildir" diyerek bütün sünnetleri devre dışı bırakmak bu mantıkla pekala mümkün olabilecektir!

Hasılı, bilinç altını modern çağın değerlerinin belirlediği bir kısım Müslümanlar tarafından sıklıkla gündeme getirilen recm meselesi aslında bir "gösterge"dir. Kur'an'a, Sünnet'e, Sahabe'ye, ulemaya bakışı, Din telakkisini ve modernite karşısında ne türlü bir pozisyon alındığını ele veren bir gösterge…

Bir yanda Din'in diğer ahkâmı gibi recmi de hem bilgi, hem de amel olarak nesil be nesil tevarüs eden –Haricîler dışında– bütün Ümmet, diğer yanda Din'i onlardan daha iyi anladığı iddiasındaki küçük ve türedi ve –birikimi, şöhreti, akademik titri ne olursa olsun– onlarla kıyaslandığında elbette "cahil" bir grup!

Bir yanda Din'in, şöyle veya böyle, ama hal-i hazırdakinden behemehal daha yoğun bir şekilde hayatın içinde bulunduğu zaman dilimlerinde din, hayat, insan, suç, ceza, dünya, ahiret… hakkında kuşaktan kuşağa aktarılarak gelen canlı, diri ve sahici bir bilgi-algı-amel bütünlüğü, diğer yanda dinin ve dine ait olanın teorik, hayattan kopuk, sanal, kurgusal, hatta "ideolojik" tarzda öğrenildiği seküler bir dünya…

Zinanın, bu derece yaygın olduğu bir zamanda ve zeminde, bir "suç" olarak bizim üzerimizde, ilk kuşaklarda bıraktığına denk bir etki ve "tiksinti" bıraktığını kim iddia edebilir! Toplum olarak zinanın hayatımızın her köşesine, adeta normal bir fiil olarak kabul edilecek derecede sirayet etmiş olmasının, recmi inkâr tavrında hiçbir etkisinin bulunmadığını kim iddia edebilir!

"Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman hiçbir mü'min erkek ve hiçbir mü'min kadının o işte kendi isteklerine göre tercih yapma hakkı yoktur. Her kim Allah'a ve Resulü'ne asi olursa, şüphesiz açık bir sapıklık ile sapıtmış olur" (33/el-Ahzâb, 36).

DİPNOTLAR:

[1] http://www.gercekhayat.com/bolum.php?action=yazidetay&yaziid=3853&sayi=419.

[2] 24/en-Nûr, 2.

[3] Muhammed Takî el-Osmânî, Tekmiletu Fethi'l-Mülhim, II, 420 vd.

[4] el-Muvatta, "Hudûd", 1.

[5] İmam Ebû Yusuf, Kitâbu'l-Âsâr, 157.

[6] İmam Muhammed eş-Şeybânî, el-Muvatta, 241 vd.

[7] İmam eş-Şâfi'î, el-Müsned (es-Sindî tertibi), II, 77 vd.

[8] İmam eş-Şâfi'î, el-Ümm, VI, 166 vd.

[9] Bkz. İbnu'l-Münzir, Kitâbu'l-İcmâ', 111, İbn Hazm, Merâtibu'l-İcmâ', 214.

[10] Bkz. Ebû Ca'fer Muhammed b. el-Hasen et-Tûsî, el-Mebsût fî Fıkhi'l-İmâmiyye, VIII, 2.

[11] Bkz. Ebu'l-Hüseyin el-Basrî, el-Mu'temed, I, 255.

[12] Bkz. Keşfu'l-Esrâr, II, 368.

[13] Usûlu's-Serahsî, I, 293.

[14] Bkz. el-Âmidî, el-İhkâm, III, 191.

[15] Bkz. el-Âmidî, a.g.e., II, 21.

[16] Bkz. el-Mu'temed,. I, 397-8.

https://www.facebook.com/E.Sifil/photos/a.169023763132428.34470.169019439799527/773992655968866/?type=1&relevant_count=1

Yazar: Ebubekir Sifil
29-07-14
E mail: Mail Adresi Yok
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
SÜNNÎLİK OLMUYOR, İ'TİZAL VERELİM! BİZDE FIRKA ÇOK
Online Kişi: 11
Bu Gün: 97 || Bu Ay: 8.633 || Toplam Ziyaretçi: 2.219.762 || Toplam Tıklanma: 52.156.182